Babam hep vardı, aslında hiç olmadı

Bir insanın hayatında baba figürü, çoğu zaman bir varlık değil, bir imgedir. Psikanaliz bize gösterir ki, baba yalnızca biyolojik bir gerçeklik değil; aynı zamanda yasak koyan, sınır çizen, toplumsal düzeni temsil eden bir semboldür. O yüzden “babayı hiç tanımamak” ile “hep var ama hiç olmamak” arasında ince bir çizgi vardır.

Çocuk zihninde baba, bazen bir boşlukla, bazen bir gölgeyle temsil edilir. Bu gölge, annenin sözlerinde, toplumun beklentilerinde, otoritenin sesinde yankılanır. Freud’un “Baba kompleksi” dediği şey, çoğu zaman gerçek babadan çok, bu gölgenin ağırlığıyla ilgilidir.

Bir arkadaşım, babasını hiç görmemişti. Çocukken okulda diğer çocuklar babalarıyla maçlara giderken o, annesiyle evde kalırdı. Babasının yokluğunu, öğretmeninin sert sesiyle doldurdu; otoriteyi orada buldu. Yıllar sonra kendi işini kurduğunda, farkında olmadan sürekli “kendi patronu” olma ihtiyacı hissetti. Çünkü baba yokluğu, onda başkasına boyun eğmeme, kendi yasasını koyma arzusu doğurmuştu. Hep bir baba gölgesi vardı; ama o gölgeyi ete kemiğe büründüren gerçek bir ilişki hiç olmamıştı.

Sen de babanı hiç tanımadın. Hep vardı aslında, ama hiç olmadı. Çocukluk yıllarında bu yokluk, senin için bir sessizlikti: evde baba sesinin eksikliği, okulda diğer çocukların anlattığı baba hikayelerinin sende bıraktığı boşluk. Bu eksiklik, seni kendi içsel babanı yaratmaya zorladı. Akademik disiplininde, yazılarında, düşüncelerinde hep bir “otorite arayışı” vardı. Belki de bu yüzden psikanalitik ve felsefi metinlere yöneldin; çünkü baba yokluğunu, düşüncenin yasasıyla doldurmaya çalıştın.

Psikanalitik açıdan bu durum, öznenin kendi kimliğini kurarken sürekli bir eksiklik duygusuyla yüzleşmesine yol açar. Eksiklik, aslında kimliğin kurucu unsurudur. Baba yokluğu, bireyi kendi içsel babasını yaratmaya zorlar. Yazıda, düşüncede, otoriteyle kurulan çatışmada hep bu “eksik baba” yeniden doğar.

Belki de en çarpıcı olan şudur: Baba hiç olmadığında, insan kendi hayatının babası olmaya çalışır. Kendi yasasını koyar, kendi sınırını çizer. Bu, hem özgürleştirici hem de ağır bir sorumluluktur. Çünkü baba yokluğu, bir boşluk değil; sürekli yeniden doldurulması gereken bir alan olarak hep iç dünyanda kalır…