Bir Post-Truth (Hakikat Sonrası) örneği olarak İmamoğlu iddianamesi

Son on yılın en popüler kavramlarından biri Post-Truth. Her ne kadar bu kavram “Hakikat Sonrası” olarak Türkçe’ye çevrilse de daha ziyade “Hakikatin Önemsizleşmesi” olarak algılamak gerekiyor. Hakikat Sonrası başlığıyla Nika Yayınları tarafından basılan bir derleme çalışmasında benim de uzunca bir makalem yayımlanmıştı. Meraklılarına okumalarını salık veririm.

Bu kavram en başta sosyal medya üzerinden dolaşıma sokulan bilgilerin doğruluğuyla kimsenin ilgilenmediği, herkesin kendi siyasal görüşü ve çıkarını destekleyen bilgileri “velev ki daha sonra yanlışlığı saptansa bile” paylaşmaya devam ettiği duruma tekabül ediyor. Şahsi olarak da çok deneyimlediğim bir durum bu. Bilhassa tarih ve güncele ilişkin siyasal konular, tarihsel kişilikler, olaylar, inançlar ve ritüeller üzerine dolaşıma sokulan “yanlış” haberlerle ilgili olarak birçok dostuma uyarıda bulunmuşumdur. Aldığım yanıt, dâhil oldukları siyasal mahfil farkı gözetmeksizin hep aynı oldu: “haberin yanlış olmasının ne önemi var, zaten bu kafada insanlar, ya da bunu yapabilecek tıynetteler”. Önemli olan bilginin sahihliği değil, safları sıklaştırmaya hizmet etmesiydi. Tabi bu durum, siyasal bir özne olarak ulus kimliğini de tüketmektedir, çünkü herkes kendi siyasal cemaatinin çıkarına o derece bağlıdır ki karşı tarafı aynı ülkede yaşadığı bir kişi, komşusu, iş arkadaşı v.s. olarak görmekten uzaklaşır. Kimsenin birbirini dinlemeye ve anlamaya tahammülü olmadığı parçalı bir toplumsal yapı içinde herkes kendi muhayyel dünyasına çekilmiş ve bitmek bilmeyen rövanşist duygularla bilenmektedir. Kişilerin sosyal medya hesapları, kendisiyle aynı düşünceyi paylaşanlarla keskinliklerini biledikleri ağ cemaatlerine dönüşmüştür. Sıklıkla karşılaşırım, “şu fikri savunanlar benim sayfamdan çıksın, bunu sevmeyenler listemden ayrılsın” yazılarıyla. Herkes kendi ezberini destekleyecek, yalan bile olsa kendi cemaatini konsolide edecek, motivasyonunu yükseltecek “enformasyonları” dolaşıma sokmaktan çekinmez. Enformasyon diyorum çünkü bu paylaşımlar “bilgi” olarak tanımlanmayı hak etmiyor. “Bilgi toplumu” beklentilerinin ulaştığı yer “enformasyon cahilliği” oldu. Hoş, diyalektiğin işleyişini kavrayanlar için bunda şaşılacak bir şey yok. İşin hazin yanı enformasyonun bile hakikat formasyonunun olmasına gerek duyulmamasıdır.

Türkiye, tüm dünyada bir olgu olarak var olan “post-truth”tan azade olmak bir yana, bu olgunun en keskin bir şekilde tecrübe edildiği ülkelerin başında geliyor. Zaten millet olarak bir şeyleri aşırılaştırmakta üstümüze yoktur. Önümüze koyulan tarihsel dosyalar ve görevlere ilişkin tutumumuz da genellikle böyle olmuştur. Duygusal bir toplum olarak her şeyi en uçlarda yaşamaya temayülümüz neticesinde; siyasal davaların keskinleştiği, safların sıklaştığı, hayatın olağan akışı içinde çözülebilen birçok sorunun siyasal söylem içinde “uzlaşmaz çelişki” halini aldığını görebiliyoruz. Bilhassa kapitalizmin krizinin eşlik ettiği ekonomik realitenin çözülmesiyle; dini-dünyevi hakikat söylemlerinin (ideolojiler) dünyayı açıklamada ve insanın kendisini konumlandırmasında sağladığı zeminin post-modern süreçlerle arkaik hale getirilmesiyle, toplumumuza özgü bu kültürel davranış koduyla birleştiğinde, post-truth tecrübesinin, birçok coğrafyaya göre ülkemizde daha keskin bir şekilde yaşanmasına neden olduğunu söyleyebiliriz.

Siyasal manada Irak Savaşı sırasında Bush ve ekibinin “kitle imha silahları” üzerine söyledikleri yalanlarla milyonlarca kişinin ölümüne sebep olmalarına rağmen yargılanmamaları bu dönemin alamet-i farikası olarak anılacaktır. Eskiden de birçok operasyon “dezanformasyon”a dayalı olarak sürdürülürdü ama failler en azından bir “hakikat perdesi” çekmek için çaba sarf ederlerdi. Eğer operasyonun “yalan” üzerinden kurgulandığı ortaya çıkarsa, failler yargıya hesap verirler ya da siyasal sorumluluğu üstlenip istifa ederlerdi. Coğrafyamızın kan gölüne dönmesinden birinci derece sorumlu olan ve yalan söylediğini kabul eden Tony Blair’in Gazze’de ateşkes sürecinde yüzü kızarmadan ortaya çıkabilmesi, hakikatin önemsizleşmesinin ve kaybının boyutlarını göz önüne sermektedir.

Türkiye’de birkaç teferruat dışında 2007’ye kadar “hakikate sadık olma” çabası sürdü. Tekrarda fayda var, burada önemli olan, hakikate uygun davranmak değildir, en azından görünürde bile olsa hakikate dayandığını iddia etmektir. Oysaki 2007’den sonra bu iddianın kendisi dahi söz konusu olmadı. Sürecin bizdeki miladı, hiç şüphesiz Ergenekon-Balyoz tutuklamaları ve iddianameleriydi. İşin hazin tarafı, bugün CHP’nin içini sarmış veya peşinde dolanan liberallerin ve neo-liberal solcuların, her türlü imkânı kullanarak bu davaların aktif savunucuları olmalarıydı. Okurken insana “gerçeküstü distopik bir roman” havası veren iddianamede yazılanların doğruluğuyla hiç ilgilenmeden, davalarda taraf olmak için dilekçeler sunuyorlar, adliye önlerinde “Genç Siviller” ile beraber eylemler yapıyorlardı.

Şimdi “Ekrem İmamoğlu Suç Örgütü” iddianamesi binlerce sayfayla kamuoyuna sunuldu. Tabi kimse iddianameyi okuma zahmetine girmedi ama hemen saflar netleşti. 2007 sonrası Türkiye’de yaşanan yargı süreçlerini hatırlayarak, belirli bir önyargıya sahip olanları biraz olsun anlayabiliyorum. Yine de iddianamenin uzmanları tarafından dikkatle etüt edilmesi, kerameti kendinden menkul olur olmadık kişilerin kendilerini ekranlarda ya da sosyal medyada parlatmak için yaptığı konuşmalara itibar edilmemesi gerekiyor. Diğer taraftan iktidara yakın medya kuruluşları Yeni Şafak’tan Aydınlık’a, Akit’ten Sabah’a çoktan ikna olmuş durumdalar. Oysa hiç kimsenin bırakalım ciddi etüt etmeyi, iddianameyi okumaya bile vakti olmamıştır. Fakat ne fark eder, “hakikat sonrası”nda hükümler sona bırakılmaz, baştan verilir, sonra insanlar yargılanır. Bugünün muhalifleri yarın iktidar olursa, politik kültürümüzün bu yanlış şekillenişi nedeniyle korkum o ki aynı süreçleri bu sefer farklı özneler üzerinden tecrübe edebiliriz. Aydınlık’ın Ergenekon tecrübesine rağmen İmamoğlu iddianamesini sorgusuz kabul eden tutumu maalesef bu duruma bir örnek teşkil ediyor. Sağlıklı işleyen bir demokrasi ve toplumsal hayat için, 20. Yüzyılın başında Mehmed Şemseddin Efendi’nin yaptığı ikazı aklımızda tutalım ve “hakikatperest olalım”.