CHP, iktidar tarafından parçalanmak, etkisizleştirilmek eğer bu başarılamazsa en azından ehlîleştirilmek isteniyor. Türkiye’de parlamenter demokratik seçeneğin ana üssü konumunda olan CHP, parti-devlet yapılanmasına karşı çıkan büyük güçleri de birleştiriyor. Türkiye’nin demokrasisi açısından CHP’nin muazzam bir önemi var.
Buna karşın CHP, Türkiye’yi bu hale getiren sistemin dışına bir türlü çıkamıyor. 8 Eylül’de açıklanan yeni parti programının özetinde CHP’nin sosyal refah uygulamalarında iktidarın “dilenci ekonomisi” modelini “asgari geçim ödeneği” söylemiyle sürdürdüğünü görüyoruz. Şimdilik, başlı başına bir yazı konusu olduğundan bu söylemi daha sonra tartışacağımızı belirterek, CHP ve AK Parti’yi birleştiren bir diğer hususa dikkat çekmek istiyorum: Batıcılık.
AK Parti, Milli Görüş gömleğini çıkartırken, Manchester dokumalarından yepyeni bir gömleği tecrübe etti. 2013 sonrası Batı ile büyük gerginlikler yaşasa da, hep umutla Batı’dan gelecek bir olumlu sinyali bekledi. İktidarın, Rusya ve Çin gibi ülkelerle kurduğu bağların bile kimi zaman otoriter babasının dikkatini çekmek için yaramazlık yapan bir çocuk tavrını hatırlattığını düşünürüm. Bunun yanında danışmanlardan MİT’e, partiye yakın düşünce kuruluşlarından bizzat bazı yöneticilere kadar Amerikancılığından şüphe duyulmayacak üst düzey görevlerde birçok insanın etkili olduğu da bir gerçek.
CHP’de bir önceki dönem Ünal Çeviköz ile şimdi ise Namık Tan ile sembolleşen Amerikancı-Batıcı dış siyasal çizgi bir türlü değişmiyor. Ünal ve Namık Beyler, AK Parti’nin çok önemli görevler verdiği bürokratlardı. Emekli olunca CHP’de bir anda el üstünde tutuldular. Oysaki Türkiye’de çok önemli dış politika uzmanları varken, NATO’nun adamlarının CHP’nin dış politikalarını belirlemesini sağlayan bir el mi var acaba diye düşünüyorum? Parti’nin yeni programa yönelik son açıklamasında, CHP tabanının milli çıkarı önceleyen realist bakışından ziyade, Batı’yı hala Soğuk Savaş döneminin kafasıyla anlayan bir bakış açısı hâkim. CHP’nin, Türkiye’yi Batı kurumları içinde tutmayı amaçladığı ve AB’ye üye yapacağı bildiriliyor. Şu soruyu kendilerine sormalarını isterdim, “Batılı kurumlar ve Batı’nın değerleri üzerinden bir küresel sistem artık mevcut mu?”.
1945’te Yalta Konferansı’nda oluşturulan, ABD’nin başat, Sovyetler Birliği’nin ikincil hegemon olduğu, küresel paylaşım ve dengeye dayalı sistem, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle büyük bir krize girmiştir. Bu krizi küresel sistemin yapısal sorunlarının bir neticesi olarak görmek yerine, ABD’nin zaferi olarak yorumlayan başta Neo-Con’lar olmak üzere Amerikan siyasal elitleri, 1991 koşullarında askeri, ekonomik ve kültürel üstünlüğü elinde bulunduran ABD’nin, tek kutuplu bir Yeni Dünya Düzeni kurabileceğini savunmuşlardır. Bu amaç doğrultusunda neden oldukları savaşlar, bölgesel çatışmalar ve siyasal müdahalelerle, uluslararası kurumları ve hukuku zayıflatmışlardır. Böylece küresel sistemde var olan yapısal krizler derinleşmiş ve nihayetinde küresel sistem çözülmüştür. Bugün BM’nin işlevsizliği, NATO’nun içindeki derinleşen çatlaklar, AB’nin siyasal bütünleşme sürecinin durması ve üye ülkeler arasındaki çelişkilerin artması, Almanya ve Fransa başta olmak üzere Avrupa’da aşırı sağın yükselişi, uluslararası hukukun işlevsizleşmesi, ABD’de MAGA’cıların (Make America Great Again) iktidara gelişi, ABD ile Çin arasındaki rekabetin gün geçtikçe kontrolden çıkması gibi olgular küresel sistemin çöküşünü resmetmektedir. 1945 Yalta Konferası’nda olduğu gibi paylaşım ve işbölümüne dayanan yeni bir küresel sistemin oluşturulması yakın zaman içinde mümkün gözükmemektedir. Böyle bir sistemin kurulabilmesini sağlayacak olan küresel denge ve bu çabayı destekleyecek olan kurumlar mevcut değildir. Bu koşullar altında ülkelerin yeniden silahlanma yarışına girmeleri, III. Büyük Savaşı çağırmaktadır. Her arz, talebini yaratmak zorundadır. Aritmetik olarak katlanarak artan silah üretiminin sürdürülebilmesi için, tüketilmesi de zorunludur. Kapitalizmin küresel krizi, bir kez daha savaş sanayisini göreve çağırmıştır. Rosa Luxemburg’un açıkladığı kapitalizm-kriz-savaş döngüsü dikkate alındığında krizden savaşa doğru evrilen bir sürecin içinde olduğumuzu söylemeliyiz. Rusya-Ukrayna Savaşı ve Ortadoğu’daki süren savaş ve çatışmalar bu bağlamda oldukça açıklayıcıdır.
D. Trump her ne kadar barış vaadiyle göreve gelmiş olsa da mevcut durum, kişilerin iradelerini aşan belirli zorunlulukları gündeme getirmektedir. Üstelik İngiltere’nin öncülük ettiği, İngiltere- Almanya- Fransa inisiyatifi, ticaret ve enerji yollarının kontrolü için Rusya ile askeri hesaplaşmanın, kolektif Batı gücüyle zaman kaybetmeksizin hayata geçirilmesini savunmaktadır. İngiltere her zaman, Kıta Avrupası ve Rusya ilişkilerinin olgunlaşmasını kendisi için varlık sorunu olarak görmüştür. Ayrıca finans dünyasının merkezi olan Londra, finansal işlemlerin yeniden üretici güçlerin kontrolüne bırakılmasına müsaade etmeyeceğini bildirmektedir. Almanya ve Fransa ise, ekonomilerinin bel kemiğini oluşturan makine-kimya endüstrilerinde Çin’in ezici bir güçle Kuşak-Yol İnisiyatifinin güzergâhları üzerinden Avrupa piyasalarını işgal etmesini bir varlık sorunu olarak görmektedir. Almanya, tarihsel olarak da en önemli amacı olan Avrupa’nın doğu topraklarında nüfuzunu arttırmasını, küresel ekonomide Çin ve ABD ile başa baş rekabet edebilmesi için zorunlu görmektedir. Bu nedenle İngiltere-Almanya-Fransa, Ukrayna Savaşı’nı devam ettirmek azmindedir. İsrail, Golan’dan Fırat ve Dicle’ye kadar hidro-politik amaçlarına erişene kadar durmayı reddediyor. Ortadoğu’da hegemonya ve suya sahip olma mücadelesi eş anlı yürümektedir. Arktik ticaret yollarının önümüzdeki dönem işlemeye başlaması, buralarda kıymetli madenlerin üretime katılması ve Sibirya’nın değişen iklim koşullarında dünyanın en verimli arazisi haline gelmesi, Rusya’nın önümüzdeki on yıllarda elini güçlendirmekle birlikte, yeni hesaplaşmalarla karşılaşması da kaçınılmazdır. Trump’ın Kanada ve Grönland’a yönelik talepleri de aynı saiklere dayanmaktadır. Avrupa, tarihin kıyısında kalmamak için, militarizme doğru hızla evrilmektedir. Bu durum şüphesiz insan hakları ve demokrasiye dayanan rejimlerin zayıflamasını da beraberinde getirmektedir.
Şimdi tekrar soralım; Batı kurumları nerede, demokrasi ve insan haklarının merkezi olan AB nerede?
Bugün İngiltere-Fransa-Almanya üçlüsü, Rusya ile savaşı büyütmek istiyor. Türkiye, Rusya’ya karşı açılan cephenin içinde yer alabilir mi? Bu çılgınlık değil mi?
İsrail, Filistinlilere uyguladığı soykırımdan sonra neredeyse bütün Ortadoğu’yu ateşe atıyor. Türkiye ile Suriye üzerinde savaşma ihtimali her geçen gün büyümekte. Germenic Avrupa, bilhassa Protestan Avrupa, pro-İsrailci çizgiden milim sapmıyor. Bunlarla mı ideolojik yakınlığınız var?
Türkiye ve İsrail arasında bir çatışma yaşansa, büyük önem verdiğiniz Batı kurumu NATO, Türkiye için 5. Maddeyi devreye sokar mı?
Türkiye, 1991’den sonra Batı sisteminden atıldı. Sadece belirli dengeler için bizi Batı’nın kapısında bağladılar, ama içeri zinhar sokmuyorlar. Türkiye’nin etnik temelli bölünme tehditleri karşısında ABD ve AB nasıl tutum aldı, unutuyor muyuz?
90 milyonluk Müslüman nüfusa sahip Türkiye, eğer AB üyesi olursa AB Parlamentosu’nda Almanya ile birlikte en büyük temsiliyet hakkını kazanacak. Milyonlarca insan vizeler olmasa soluğu Avrupa’da alacak. Nihayetinde Avrupalılığın dayandığı bir tarihsel kimlik var. Onu yok edecek bir üyeliğe evet derler mi? Türkiye dünyanın en demokratik ülkesi olsa yine de kabul etmezler ve bundan dolayı da haklı olurlar. Türkiye’nin AB’ye alınması mümkün değilken bunu programa yazmak hiç doğru değil. Zaten Kıbrıs Rum kesimi AB’ye alındığında o iş çoktan bitti.
Türkiye’nin gerçekçi, yurtsever, kafasını esir vermemiş dış politika yapıcılarına ihtiyacı var.