Toplumda annelik, sorgulanamaz bir kutsallıkla çevrelenir. “Anne sevgisi” öyle yüceltilir ki, onun gölgesinde kalan patolojik örnekler çoğu kez görmezden gelinir. Oysa psikanaliz bize hatırlatır: her kutsal imgenin bir karanlık yüzü vardır. İşte bu yüz, Jacosta sendromu ve onun uzantısı olan hastalıklı kaynana figüründe görünür.
Sophokles’in tragedyasında Oidipus’un annesiyle kurduğu kader bağı, modern psikanalizde çocuğunu kendi varoluşunun uzantısı haline getiren anne figürünü anlatmak için kullanılır. Çocuğun bireyselleşmesine izin vermeyen, onu kendi eksikliklerini telafi aracı olarak gören anne… Yani patolojik annelik.
Freud’un Oidipus kompleksi, Lacan’ın “Babanın Adı” kavramı, hep bu noktaya işaret eder: çocuk, anneyle kurduğu bağdan kopamadığında kimlik gelişimi sekteye uğrar. Sevgi kisvesi altında bağımlılık üretilir. Çocuğun kimliği, annenin bilinçdışı arzularına zincirlenir. Psikanaliz burada bir uyarı çanı çalar: “Anne sevgisi” ile “anne tahakkümü” arasındaki çizgi, çoğu kez fark edilmeyecek kadar incedir.
Loading...
Jacosta sendromunun bir başka yüzü, hastalıklı kaynana figüründe ortaya çıkar. Çocuğunu bırakmaz, evliliğine müdahale eder, gelini veya damadı sürekli kontrol altında tutar. Bu figür, aslında Jacosta sendromunun uzantısıdır: çocuğunu bir eş gibi konumlandıran anne, evlilikte üçüncü bir taraf olarak varlığını sürdürür.
Gelinin mutfağına girip her şeyi yeniden düzenleyen kaynana. Burada mesele yemek değil, kontrolün kimde olduğu.
Oğlunu “hala benim” diyerek gelinle rekabet eden kaynana. Bu, bilinçdışı düzeyde oğlunu eş yerine koyma eğiliminin dışavurumudur.
Gelinin kıyafetinden, çocuğun eğitimine kadar her konuda söz hakkı isteyen kaynana. Bu, bireyselleşmeye izin vermeyen patolojik bağın aile içinde yeniden üretilmesidir.
Psikanalitik açıdan bu tablo şunu gösterir: kaynana, kendi eksikliğini çocuğu üzerinden telafi etmeye çalışırken, yeni aile bir tür “tragedya sahnesi” olarak ortaya çıkar.
Bugün televizyon ekranlarında sıkça gördüğümüz aile programları ve diziler, bu patolojiyi gözler önüne seriyor. Kaynanalar dizisindeki Nuriye Kantar, gelinini sürekli kontrol eden ve evin düzenini kendi otoritesiyle belirleyen tipik bir örnektir. Yaprak Dökümü’ndeki Cevriye Hanım, aile içi gerilimi artıran kaynana figürüyle, bireyselleşmeye izin vermeyen kültürel kodları temsil eder. Bu karakterler, aslında psikanalizin sahneye taşınmış halidir.
Sabah kuşağı programlarında sıkça gördüğümüz aile içi çatışmalar da aynı döngüyü yansıtır: “Oğlumu elimden aldı”, “Gelinin yüzünden oğlum değişti” gibi cümleler, aslında bilinçdışı düzeyde Jacosta sendromunun halk diline tercümesidir.
Psikanaliz bize şunu söyler: annelik yalnızca biyolojik bir bağ değil, aynı zamanda kültürel ve bilinçdışı bir inşa sürecidir. Patolojik annelik, çocuğun “ben”ini kurmasına izin vermez; onu sürekli “biz”in içine hapseder. Bu hapsoluş, bireyin yetişkinlikte kendi ilişkilerinde tekrar eden bir döngüye dönüşür: bağımlılık, kıskançlık, kontrol ve kimlik kaybı.
Toplum anneliği kutsarken, onun tahakküm üreten yüzünü görmezden gelir. Gelin ya da damat, görünmez bir üçgenin içine hapsolur; bireysel özgürlük, “aile düzeni” adı altında bastırılır.
Jacosta sendromu, yalnızca bir mitolojik metafor değil; modern aile yapılarında sıkça rastladığımız bir gerçekliktir. Çocuğunu bir eş, bir kader ortağı gibi konumlandıran anne ya da kaynana, aslında kendi eksikliğini gizlemektedir. Bu gizleniş, yetişkinlikte bağımlılık, kıskançlık ve kimlik kaybı olarak tekrar eder.
Toplumun görmezden geldiği bu gölgeyi görünür kılmak, yalnızca psikanalizin değil, aynı zamanda toplumsal eleştirinin de görevidir. Çünkü annelik kutsaldır, evet; ama kutsal olan her şey gibi, onun da bir karanlık yüzü vardır.