Türk Solu’nun, Marksist literatür ile kurduğu ilişki oldukça sorunludur. Dogmatizm, bağlamdan kopma ve ezberciliğin yanı sıra, kulaktan dolma bilgilerle sloganı aşmayan iddiaların dava haline getirilmesi gibi son derece tehlikeli bir özelliği daha vardır Türkiye’de solun. Her ne kadar solcular, kendilerini toplumun en çok okuyan kesimi zannetseler de, bilhassa örgütlü kesimler, kendi cenahları tarafından basılan kitap, dergi ve gazetelerin pek dışına çıkmaz, bu da sürekli iman tazelemelerinden öte bir işe yaramaz. Eskiden, çevirilerin kısıtlı olduğu, yayınevlerinin büyük baskı altında Marksist eserleri basabildiği yıllarda bilgiye ulaşmakla ilgili somut bazı sorunların varlığı, sol kesimlerin teorideki yüzeyselliği için az da olsa bir gerekçe oluşturabiliyordu. Günümüzde bilgiye ulaşamamanın neredeyse hiçbir bahanesi kalmadı. Buna rağmen, birçok solcunun Lenin’e atıfla dilinden düşürmediği “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ve bu hak üzerinden etnik hareketlere duyulan sempati, en iyi niyetle söylenecek olursa, kulaktan dolma bilgilerin neden olduğu bir yanlış anlaşılmadır.
Modern ideolojiler, her ne kadar “bilimsellik” iddiasıyla bile ortaya çıksa, savunucularının elinde “seküler teolojiler” olmaktan öte bir anlam kazanmadı. Lenin veya bir başka sosyalist teorisyenin ortaya koyduğu düşünceler, kendi zamanlarının koşullarından bağımsız olarak okunamayacağı için, bütün zaman ve mekânlarda aşkın bir kanun muamelesi görmesi oldukça sorunludur. Fakat ideolojinin teolojik vasfı, müminlerinin dogmatik tutumlarında kendisini aşikâr eder. Oysa Kutsal Kitaplarda bile ayetler nüzul sebepleri ortaya konmadan tevil edilemezler. Bu açıdan soldaki dogmatizm ancak Selefilik gibi “özcü”lük iddiasındaki akımların savunucularıyla mukayese edilebilir. Elbette bu durum bahsi diğer…
Lenin’in kastına gelecek olursak; “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”, tüm uluslara tanınmış bir hak olarak hiçbir zaman kodlanmadı. Tabi, tüm etnikliklerin, Lenin’in “ulus” tanımı içinde yer almadığını da öncelikle belirtelim. Lenin, bir ülkedeki ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerinin, eğer bulundukları bölgede üretici güçleri geliştirecek bir rol oynayabileceklerse savunulması gerektiğini ısrarla vurguladı. Lenin’e göre Çarlık despotizmi, İmparatorluk içindeki birçok ulusun ilerleme dinamiğini, temsil ettiği gerici sınıf karakteri nedeniyle engellemekteydi. En başta Kazan Tatarları, kapitalistleşme adına önemli adımlar atmakla birlikte, Çarlık’ın feodal sınıfların çıkarlarına hizmeti ve “halklar hapishanesi” sistemini sürdürebilmek için sermaye birikimine set çeken ağır vergileri nedeniyle, üretici güçleri var olan potansiyelleri ölçüsünde geliştirememekteydiler. Oysaki bağımsızlıklarını elde ederlerse, üretici güçlerin gelişimi önündeki en büyük engel de kalkmış olacaktı. Marksizm’e göre, üretici güçlerin gelişimi tarihin ilerlemesinin motoruydu. Bu motoru ateşleyecek olan da sınıf çelişkileriydi. Kapitalist üretim biçimine ulaşmış bir toplumda sınıf çelişkisi burjuvazi ve işçi sınıfı arasında olacağı için, ayrıca, işçi sınıfının üretici güçleri geliştirecek bir üretim biçimini hayata geçirme imkânı olduğundan, sosyalist aşamaya doğru ilerlemenin önü açılmış olacaktır. Bu nedenle Lenin, Çarlık döneminde, üretici güçleri geliştirebilme potansiyeline sahip ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. Fakat ne zaman ki Bolşevik İhtilali olmuş ve neticede tarihin ilk proleter devleti kurulmuş oldu, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” hemen rafa kalktı. Çünkü Lenin’e göre hiçbir siyasal rejim, Sovyet rejimi kadar üretici güçlerin gelişiminin yolunu açamayacağından, artık kimsenin ayrılması söz konusu olamazdı. Hatta bırakalım ayrılmayı, daha sonra ülkenin adında Rusya’ya vurgu yapılmaması ve Sovyetler Birliği olarak tanımlanması, başka uluslarda meydana gelecek olan sosyalist devrimler neticesinde ayrı bir devlet kurmak yerine, birer Sovyet Cumhuriyeti olarak Sovyetler Birliği’nin parçası olmaları ön görülüyordu. Mustafa Kemal’in, Kurtuluş Savaşı yıllarında Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Anadolu’ya geçmelerine itiraz etmesinde, başka etmenlerle beraber, Bolşeviklerin bu anlayışının da etkisi vardı. Eğer Ankara’da Bolşevikler kontrolü ele alırlarsa, Türkiye Sovyeti adıyla bu birliğin parçası haline gelinebileceği ön görülüyordu. Üstelik Sovyetler Birliği 1922’de ilan edilmesine rağmen, Mustafa Kemal, gidişatın hiçbir ulusa ayrı bağımsızlık tanımayacak bir sosyalist dünya hükümeti amacını taşıdığını daha 1920’de anlamış ve söylemişti.
Lenin’in Türkiye’nin parçalanmasına yönelik girişimlere karşı çıkması da yine “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı, üretici güçlerin gelişimini merkeze alarak açıklamasıyla anlaşılır. Lenin’e göre Türkiye’de başta Ermeniler ve Kürtler olmak üzere, mevcut sınırlar içindeki halkların ayrı birer devlete sahip olmaları asla savunulamazdı. Bu halklar, mevcut üretim ilişkileri ve toplumsal yapıları itibariyle ayrı birer devlet kurmaları halinde üretici güçlerin gelişmesini yavaşlatacaklardır. Oysaki toprak bütünlüğünü koruyan bir Türkiye, üretici güçlerin gelişimi için çok daha elverişli koşullara sahipti. Lenin’in yazıları, konuşmaları, Komintern belgeleri ve I. Doğu Halkları Kurultay’ı (1-7 Ekim 1920) raporları bu gerçeği net bir biçimde ortaya koyar.
Tüm dünyada sol, bu anlayış çerçevesinde, Afrika’nın ve Güney Amerika’nın birliğini savunan siyasetlere 20. yüzyılda büyük destek verdi. Güney Amerika, 19. yüzyılın başlarından itibaren, Simon Bolivar’ın öncülüğünde “Büyük Kolombiya” düşüyle birlik kurma mücadelesine sahne olmuştur. Bugün, Güney Amerika’nın birliğini en çok sosyalistler savunmaktadır. Bilhassa Sahra altı Kara Afrika’da var olan devletlerin, eski sömürge yönetim sınırları üzerinden ülke olarak tayin edildiklerini biliyoruz. Afrika’da etnik çatışmalarda milyonlarca insan öldü. Oysaki Afrika’da etnik kimlikler, sömürgeciler tarafından ya üretildi ya da eskiden etnik bir kimliğe karşılık gelmeyen kabile toplulukları yeniden anlamlandırılarak etnisiteye dâhil edildi. Bunun farkında olan Toussaint Louverture , Jomo Kenyatta , Patrice Lumumba , Kwame Nkrumah , Thomas Sankara gibi büyük devrimciler, Afrika Birliği düşüncesinin önderliğini yaptılar. Türkiye’de solcuların biraz Afrika tarihi ve toplumsal yapısı üzerine okumalar yapması çok hayırlı olur.
Emperyalist merkezler, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, milli devletlerin iç işlerine karışmak, onları etnik çatışmalara sokup kaynaklarına çökmek ve hegemonyalarını sınırlayacak bölgesel güçlerin oluşumunu engellemek için sürekli propaganda ettiler. Oysaki bu merkezler, uzun bir süredir bırakalım demokrasi, özgürlük v.s. adına parçalanmayı kabul etmeyi, sürekli daha büyük birlikler kurma derdindeler. ABD zaten “birleşik devletler”den oluşuyor. Bununla da yetinmiyor şimdilerde Kanada ve Grönland’ı, “ayrı devlete ne gerek var, bizimle daha mutu olursunuz” diyerek “birleşik devletlerin yeni üyeleri” yapmak istiyor. Avrupa’da ise Avrupa Kömür ve Çelik Birliği olarak birkaç devletle başlayan süreç, Avrupa Ekonomik Topluluğu, Avrupa Topluluğu, Avrupa Birliği derken konfederasyonlara göre çok daha sıkı bağlarla inşa edilmiş bir nevi “Avrupa Birleşik Devletleri” halini aldı.
Bunun karşısında ise, Batı dışı coğrafyalara “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” üzerinden etnik, dinsel, mezhepsel boğazlaşmalar öneriliyor. Kimliğe dayalı siyasal rejim pratikleri Lübnan ve Irak’ta mevcut, sonuçları ortada. İstikrar ve gelişmeyi, coğrafi avantaj ve büyük kaynaklara rağmen sağlayamıyorlar. Batı büyük birlikler kurarken, diğer coğrafyalara Lübnanlaşmak, Iraklaşmak dayatılıyor.
Sol, Aydınlanmacı kökleri itibariyle “insan”a vurgu yapan enternasyonalist bir anlayışa sahipti. Bir ülkede çeşitliliklerin (farklılık kavramı bile ayrıştırıcıdır, çeşitlilik zenginleştirir) bir arada, ortak bir geleceğe yürümesini savunmayan biri, bunu enternasyonal ölçüde nasıl savunabilir? Ya da solcular sınıfsız topluma, binlerce devletçiğe bölünmüş, adeta kabile toplulukları şeklinde örgütlenmiş bir siyasal-sosyal zeminde mi yürüyecekler? Herhalde kabilelere dönüş, kabile savaşlarına dönüş ve bütün uygarlık birikimini reddetmek anlamına gelecektir.
Türkiye’de hazır barış süreci işlerken ve yeni anayasa hazırlama tartışmaları sürerken, solcuların safdil biçimde “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” üzerinden tuzağa düşmemeleri için bir uyarıda bulunalım. İmanlarını zedelememek için okumasalar bile belki okuyan birileri anlatır da hiç olmadı kulaktan dolma bilgiyle hareket etme alışkanlıkları üzerinden yakalamayı başarırız.