Yok öyle, hiçbir şey olmamış gibi devam etmek…
Yok öyle, her şey “güllük, gülistanlık”mış gibi görmezden gelmek…
Yok öyle, başı boş umutları havalarda uçurmak…
Yok öyle, yalandan simit atmak martılara…
Yok öyle, “Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler” rahatlığında yine de taç giyme töreni coşkusu gibi yaşayabilmek becerisi…
Bütün “yok öyle”ler ile bir coşku kapladı ki içimizi, sanki meydan okuyor bir şeylere ancak coşku yazı bitene kadar…
Ardından bir merak; acaba ne oldu?.. Kime? Neye? Bu atar…
Yazının devamı uzunsa, ortalarını atlayarak sonunu okuyup anlama telaşı hepimizde; çünkü yetişmemiz gereken yerler var… “Yok öyle” coşkusu, yerini sonuca bıraktı. Coşku, sonuçla ilgimiz ile şekillenecek…
Tıpkı, coşkuyu hissedince her şeyi yapabilir ilgimizle ancak iş harekete gelince ertelediğimiz, alakalı birçok şeyle olan bağımız gibi…
O kadar coşkulu konuşabiliyoruz ki ve bu coşku o kadar inandırıcı ki, fakat iş emek vermeye ve çabaya gelince kısa yoldan başarmak peşindeyiz veya “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” vurdumduymazlığında…
Kestirme yolları seviyoruz; kısa yoldan çok kazancı mesela… Veya uzun uzun düşünüyor, sadece düşünüyor ve düşünceler ile yolu içinden çıkamaz duruma getiriyor, sonra yine düşünüyoruz; bu sefer amaç çıkışı bulmak…
“Düşünüyorum, öyleyse varım” diyen Descartes, “var” olmak için düşünme ile sentezlediği analizi düşünen varlığa çevirirken, sadece düşünmenin değil eyleme geçmenin önemini de öğretiyordu; ama sentez, düşüncenin harekete geçmiş hâliydi ve bu biraz rahatsız ediciydi, çünkü emek gerekliydi… Sadece düşünsek olmaz mıydı?…
Düşünmek kolay, hareket zordu ve düşünmek öylece yapayalnızdı; ancak düşünceler, davranışa ve davranış da kimliğimize dönüşüyordu zaman içerisinde ve bu kimlik keşfedilmediği sürece yalnızca düşüncenin gücü ile şekil alıyordu.
Kim olduğumuza inanırsak ona göre davranıyor ve ona göre sınır belirliyorduk. Kimlik karmaşası yaşanması belki de düşüncelerin dipsiz kuyularına daldığımız ve davranışımızla uyumlandıramadığımız bir şeydi, kim bilir?
Ve bu karmaşadan korunmak için rahatımızı bozmak, güvenli alandan çıkmak ve çabalamak gerekiyordu; yani çalışmak şarttı… İşte bu şart, atalet duygusunu alışkanlığa çevirenler için oldukça yorucu, yorgun ve depresif bir şeydi; çünkü şikâyet kolay bir seçimdi…
Yoktu öyle, taşın altına elini koymak; çünkü taş ağırdı, yük başkasının sırtında hafifti ve taşın altında kalmayacak kadar naifti ellerimiz… Ve sabırsızlandığımız son, bizim sabrımızın ve verdiğimiz çabanın karşılığıydı…
Coşku bitti…
Yazı son…