4 Ekim Hayvanları Koruma Günü’dür.

Eskiden hayvanseverler, bilhassa özel televizyonların hayatımıza girdiği doksanlı yıllarda, marjinal, aklen biraz malul, sosyal ilişkilerde başarısız olmuş kişiler olarak gösterilirdi kanallarda.

Hayat hayvan severleri haklı çıkardıysa da, konumuz bu değil. O zamanları aştık çok şükür. Tıpkı insanlığın işkenceyi bir ceza olmaktan çıkardığı gibi.

Bu yazıyı, dini, felsefi, vicdani kanaatlerinizi, ne ölçüde mümkünse, biraz öte tarafa bırakarak dürüstçe okumanızı istiyorum; bırakın bir yaralanmayı, işyerinde, okulda yaşadığınız bir tartışmanın, bırakın tartışmayı, yersiz bir sözün dahi aklınızı ve kalbinizi bazen günlerce meşgul ettiğini, incindiğinizi düşünerek.

Çünkü, onların da aklı ve kalbi var. Çünkü onlar da inciniyor ve üzülüyor, acı çekiyor.

Hayvanlara “onlar” demek, aslında insan kibrini yansıtan bir ayrımdır, zira, biyolojik olarak insan da bir hayvandır. Şaka olduğunu düşünenler çıkabilir; lütfen biyoloji sayfalarında bu cümleyi doğrulatınız.

Ben sizlerden, yalnızca yazdıklarımı düşünmenizi istiyorum.

Bir süt kuzusunu düşünün örneğin; annesinin koynundan alınmış, ve yarın “Süt Kokoreç” olarak menülerde yerini alacak olan.

O süt kuzusunun annesini düşünün, henüz yavrularının acısı sönmemişken, kesime götürülüp ayakları bağlanacak olan.

Son gördüğü şey, ölüme gideceğini bilen diğer koyunların açılmış gözleri olacak.

Kör doğduğu halde, süt vermesi için, belki on yıl, ayağını çimenlere bir kez olsun basmamış inekleri düşünün.

Elimize sürdüğümüz bir krem için, deneylerde cilt hastalıklarına yakalanmış, kör olmuş tavşanları, “sosyal bilimlerin” ilerlemesi adına, kafeslerde yıllarca tutulan maymunları düşünün.

Uzaya gönderilen, geri dönmesi asla planlanmayan, kapsülün ulaştığı ısı yüzünden kavrularak can veren sokak köpeği Laika’yı düşünün.

Orada ne işi olduğunu bilmeyen, fakat yeğenlerimizi, çocuklarımızı götürdüğümüz hayvanat bahçelerinde -hiçbir suç işlemedikleri halde- mahpus yaşayan kaplanları mesela.

Avcıların, binlerce yıldır o dağlarda gezen bir ailenin son mensubu kızıl geyiği vurduğunda, geyiğin vurulmadan bir saniye önceki düşüncelerini düşünün; belki de, birazdan nehir yatağına inerim, şöyle güzelce su içerim diyordu.

Kanaryaları düşünün; yalnızca güzel öttükleri, yani yalnızca, Allah onlara böyle güzel bir meziyet bahşettiği için, ömrünü iki karış kafeste geçiren kanaryaları.

Yuva sıcaklığını tadıp, ilk defa insanlara güvendikten bir süre sonra, sokağa salınan kedilerin çaresizliğini düşünün.

Belki başımı okşar diye yanına yaklaştığı canavarın verdiği mamaya sevinip, mutlu olup ve minnet duyup, on dakika sonra zehirli mamadan ötürü azap çekerek canını teslim eden sokak köpeklerini düşünün.

“Barınaklara toplayıversinler işte canım” dediğimiz, barınak denilen can pazarlarında, türlü hastalıklarla, şiddetle, zehirli iğnelerle boğuşan sahipsizleri düşünün.

Sadece düşünün.

Seven, özleyen, üzülen bir canlı olarak, ben, onların yerinde olsaydım, ne hissederdim diye.

Birkaç hafta önce, balkonuma bir kumru yumurtladı. Günlerce kalkmadı yumurtasının üzerinden. Ne büyük sabır, ne büyük bir özveri. Tabiatın bahşettiği, seyri ne güzel bir mucize.

Bugünlerde, Uğur adını koyduğum kumru, balkonumdan hayata uçmaya hazırlanıyor. Kendimizi insan olarak, bilinçli ve kibirli kabul ederiz ya; kim bilir Uğur neler düşünüyor ve neler görüyor?

Bunu hiç düşündünüz mü?

Yoksa sizin düşüncelerinizin -daha yüksek bir maaş, hayat mücadelesi vs. çok daha önemli olduğuna emin misiniz?

Soykırım altındaki Gazze’de, kendileri açken, kedileri ve köpekleri besleyen o temiz ruhları düşünün.

Bir an için o kumru olun, hayata kanatlarını açmaya hazırlanan, ve kim bilir, neler düşünen.