Büyük siyasal kararlar genellikle, uluslararası durum ve karar alıcının iç siyasal ihtiyaçlarının kesiştiği noktada alınır. Kararın etkisi ne kadar büyükse, karar alıcı için muhtemel riskler de o derece büyüktür. Bu nedenle çoğunlukla “idare” etme sanatı olarak işleyen günlük siyasal rutinlerden farklı olarak, bu dönemlerde karar alıcının tarih sahnesinde büyük bir sorumluluk yüklenme cesareti gösterdiğini söyleyebiliriz.
Recep Tayyip Erdoğan’ın iktidar yıllarında aldığı “büyük siyasal kararlar” oldu. Kimisinden güçlenerek, kimisinden ise yara alarak yoluna devam etti. Bu büyük siyasal kararlardan biri hiç şüphesiz “birinci açılım süreci”ydi. Bugünden çok farklı bir konjonktür söz konusu olmakla birlikte, uluslararası durum ve iç siyasal ihtiyaçlar kesişmiş; karar alıcı büyük risk yüklenmişti.
Birinci açılım süreci başladığında Erdoğan, en güçlü dönemini yaşıyordu. Oyları yüzde 49’lara kadar çıkmıştı. Birkaç sahil belediyesi ve yine az sayıda Doğu şehri dışında ülkenin tüm belediyelerini yönetmekteydi. Kendisi için en büyük tehdit olan ulusalcı kesimlerin önderlerini Silivri’ye kapatmış, “vesayet odakları” olarak adlandırdığı çeşitli kamu kurumlarındaki yapısal dönüşümü, kendisini o dönem destekleyen müttefikleri üzerinden sağlamıştı. Gücünün zirvesindeydi, risk almaktan çekinmeyecek kadar kendisine güveniyordu.
Uluslararası konjonktür de Erdoğan için fena sayılmazdı. Arap Baharı, ideolojik yakınlığı olan Müslüman Kardeşler’i güçlendirmişti. Erdoğan Rejimi, bölgede, Batı tarafından “Müslüman Demokrasi” örneği olarak sunulmaktaydı. Erdoğan, Ortadoğu’daki dönüşümü, “Yeni Osmanlı Siyaseti” için büyük bir fırsat olarak gördü. Milli kimliğe ve üniter sisteme dayalı modern siyasal toplum ve yapı kurma teşebbüsü olan Cumhuriyet’in vasıfları, Erdoğan’ın siyasal ihtiraslarıyla örtüşmüyordu. Sünni İslam ortak paydasında, Türk, Kürt ve Arap’lardan oluşan ümmet kimliği üzerinden ancak, Yeni Osmanlı projesi hayata geçirilebilirdi. Bu yüzden her türlü milliyetçiliğin ayaklar altında alındığı, milli bayramları kutlama çabalarının savaşı andıran manzaralar yarattığı, TC ibarelerinin kamu kurumlarından söküldüğü bir dönemdi.
Ama olmadı. Gezi Olayları’ndan kısa bir süre sonra çekilmiş olsa da Selahattin Demirtaş liderliğindeki HDP, 2015 Genel Seçimlerine Parti olarak katılma kararıyla büyük bir risk almıştı. Sadece Kürt seçmene dayanarak barajı geçmenin zorluğu karşısında “Gezi” dinamiklerinin desteğini, en azından “her evden bir oy” söylemiyle talep ediyordu. Bu şartlarda Demirtaş’ın Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız” demekten başka bir şansı yoktu.
Demirtaş açısından da bu karar iç siyasal dinamik ile uluslararası durumu buluşturuyordu. Suriye İç Savaşı’nda birkaç küçük kantonu elinde tutan PYD-YPG, ABD’nin desteği ile önemli bir alanı kontrol etmeye başlamıştı. Türkiye’de ise “çözüm süreci” PKK’nın HDP belediyelerinin de desteği ile bölgede nicelik ve nitelik bakımından büyük bir atılım yapmasını sağlamıştı. PKK’nın savaş ağaları ve HDP içindeki şahinler, PKK’nın Suriye’de olduğu gibi Doğu ve Güneydoğu kentlerinde hâkimiyet kurabileceğini düşünüyorlardı.
Böylece her iki taraf için de “barış süreci”ni bitirmek için yeterli gerekçe ortaya çıktı. Büyük bedeller ödenerek, Türk askeri ve polisi, PKK’nın kanton planını bozdu. Demirtaş, meydan okumasının karşılığını yıllardır cezaevinde yatarak ödemekte. Türkiye ve Irak’ta çok zor duruma düşen PKK, bütün stratejisini ve yığınağını PYD-SDG üzerinden tekrar oluşturdu.
Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te Öcalan’a yaptığı çağrıyla şekillenen yeni süreç, öncekinde olduğu gibi uluslararası durum ve iç siyasal ihtiyaçların kesiştiği bir noktada başlatıldı. Fakat bu sefer çok farklı bir tablo vardı. İktidar, yerel seçimleri kaybetmişti, halk desteği açısından en zayıf dönemindeydi. Cumhur İttifakı’nın kamuoyu desteği yüzde 35 civarındaydı. Yerel seçimleri kazanan ve Ekrem İmamoğlu gibi karizmatik bir liderin öncülüğünde hareket eden muhalefet bloku yüzde 65 desteğe sahipti.
Bahçeli’nin çağrısının ardından üç önemli gelişme yaşandı. Birincisi; Suriye’de HTŞ’nin Esad’ı devirmesi, ikincisi; Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması ve akabinde devam eden süreç, üçüncüsü ise İsrail-İran Savaşı’ydı.
Suriye’deki gelişmeler ve İran’a yönelik İsrail saldırısı, yakın bir zamanda Türkiye ile İsrail’in askeri hesaplaşmaya girme ihtimalini çok arttırdı. Bir diğer hesaplaşma ise ülke içinde yaşanmaya devam ediyor. İktidar, bütün baskı araçlarını devreye sokarak muhalefeti bastırmak istiyor. İktidar, CHP yönetimiyle köprüleri atmış durumda. Muhalefeti parçalaması ve yeni anayasa üzerinden yeni rejimi hayata geçirmesi “olmak ya da olmamak” anlamına geliyor.
İşte tam da bu kesişmeler üzerinden ABD’nin yeni büyükelçisi ve Suriye özel yetkilisi Tom Barack, Türkiye’ye küçük bir imparatorluk ve Osmanlı millet sistemi önererek ağzındaki baklayı çıkardı.
Trump Amerikası, Türkiye ile ilişkilerini Demokratlardan farklı bir biçimde ele aldı ve şöyle bir plan geliştirdi. Türkiye, Kürtlerin ve Suriyeli Arapların hamiliğini üstlenecek, İsrail ise Suriye’nin güneyini, Lübnan’ı ve bütün Filistin’i kontrol edecek. SDG, ABD-İsrail kontrolünde Suriye’de bir siyasal-askeri varlık olarak kabul edilecek. Eğer Türkiye ile İsrail bu bölüşümü yapamazlarsa, bölgenin küçük hegemonu olmak için aralarında savaşabilirler. Tabi böyle bir savaş ABD için, ikisinin de biraz burnunun sürtüldüğü bir noktada durdurulabilir olmalıdır.
Ayrıca ABD, PKK’nın tasfiyesiyle, SDG’yi bir Suriye meselesi olarak gösterip, Türkiye’nin artık SDG ile çatışmamasını da garanti altına almak istiyor. Çünkü SDG, ABD ve İsrail için stratejik öneme sahip. Öcalan’ın SDG’ye silah bırakma demesi, hatta daha ileri gidip gerekirse bir cumhuriyet ilan edebileceklerini söylemesi, SDG ile HTŞ arasında artan gerilim ve SDG’nin Dürzi Ayaklanması’na katılma ihtimali bu iddiamızı destekliyor.
Türkiye, ABD’nin “Osmanlı millet sistemi” teklifine sırtını dönerse, Kürtler üzerinde İsrail’in tam bir kontrol sağlamasından çekinmişe benziyor. Doğu Akdeniz’de Yunan, Güney’de İsrail’in saldırganlığı ile iki ateş arasında kalmak istemeyen Türkiye, Kürtleri ABD’nin yönlendirmesiyle himaye edeceği bir seçeneği devreye soktu. Zaten bu teklif, Erdoğan’ın yeni Türkiye tahayyülüyle son derece uyumlu. Kemalist Devrim’in tamamen tasfiye edileceği bir siyasal-toplumsal düzen, uluslararası şartların yardımıyla daha kolay inşa edilebilir. Parçalanan muhalefet, yoğun baskı altında direncini koruyamayabilir, hesap bu.
Şam’ın İsrail tarafından vurulması, Türkiye açısından tehlike çanlarının çalmaya başladığına işaret ediyor. Bir yanda barış diğer yanda savaş beraber konuşulur oldu. Bursasaati’ndeki ilk iki yazım savaş ve barışın mutlak durumlar olmadığı ve birbirlerine dönüştükleri süreçler olarak görülmesi gerektiği üzerineydi. Elbette bu yazılar, Bahçeli’nin Öcalan çağrısı ile başlayan sürecin alacağı yöne ilişkindi. Zaman bu yazılardaki uyarıların haklı olduğunu gösterdi.
Terörsüz Türkiye sloganıyla, İsrail’in Kürtleri kontrol etmesini engellemeye yönelik bir hamle yaptığını düşünen iktidar, maalesef “barış” ile oyalanırken süreç “savaş”a evriliyor. Oysaki Türkiye, İsrail ile İran savaşırken SDG’yi silah bırakmaya zorlamak için orduyu sınıra yönlendirebilirdi. Ya da şimdi, Suriye’nin İsrail saldırganlığından korunması için Şara’nın davetiyle Suriye’nin kuzeyinde tam bir denetim sağlayarak, Şam’a kadar bir koridor açabilir. Yoksa Türkiye’de PKK’nın silah bırakması, SDG’nin silahlarını teslim edeceği anlamına gelmediği gibi tam tersi onu Türkiye’nin baskısından azade kılıyor.
İktidar, Terörsüz Türkiye süreciyle bir taşla iki kuş vurmaya çalışıyor. Bizi kuş avına götüren Sam Amca’ya (bu sefer Tom Amca da denebilir) dikkat etmek şart. Biz kuşlara taş atalım derken, arkamızdan bizi uçuruma itebilirler. Bu sadece İsrail ile kısmi bir çatışma değil, Suriye’nin parçalanması anlamına geliyor. Zaten, Türk Milleti’nin merkezinde olmayacağı bir ülkenin tarihsel zemini boşalır, uçurumdan atılmamak için ayağımızı tarihsel birimimizin sağlam zeminine basmalıyız.