Büyük olayların ardından akl-ı selim ile muhasebe yapmak önemlidir. Tabi bu muhasebenin en iyi sağlamayı vermesi için yaşanan olayın duygularda neden olduğu hararetin biraz soğuması, üzerinden belirli bir zamanın geçmesi ve nicel tablonun daha net ortaya çıkması beklenir. Fakat bazı olaylar vardır ki bir sürecin halkasıdır. Süreç yaşanmaya devam ediyorsa, önümüzü daha rahat görebilmek için sıcağı sıcağına değerlendirme yapmak durumunda kalırız. İran ile İsrail Savaşı tam da böyle bir duruma tekabül ediyor.

Şu sıralar bilgili-bilgisiz tüm ilgililerin, Savaş ile ilgili çıkarsamalarına şahit oluyorsunuz. Bunlar içinde mezhepçi siyasal İslamcıları hiç dikkate almayın derim; onların yorumları siyasal saptama çabasından ziyade, psikolojik bir sorun çerçevesinde değerlendirilmesi elzem sayıklamalardan ibaret. Savaşın en başından beri danışıklı dövüş olduğunu söyleyebilecek kadar kendilerini kaybetmiş durumdalar. Fakat İran ile ilgili marazlı sözleri o kadar çok tekrarladılar ki toplumda belirli bir kesimi bu ezbere alıştırdılar. Toplumun doğru yönlendirilmesinin ne kadar önemli olduğu belirli zamanlarda net olarak anlaşılır. Milli Mücadele döneminde iç isyanlar bu açıdan ders niteliğindedir. Bu yüzden hakikate sadık olmak, sadece entelektüelin özsaygı sorunu değil, toplumsal bir sorumluluğudur.

Önceki yazımda, İsrail’in İran’ı mağlup edemeyeceğinin tüm taraflarca anlaşıldığını, savaşın uzamasının İsrail’e vereceği zararın her geçen gün artacağı bir seyir izleyeceğini, ABD’nin İsrail’in ezilmediği, böylece İran’ın büyük bir zafer kazanmadığı bir durum yaratarak, bir hafta içinde ateşkesin gündeme geleceğini söylemiştim. Tam da böyle oldu. Aslında savaş, İsrail’in İran’ı yenemeyeceğinin belli olduğu an barışa evrilmeye başladı. Neo-Con’ların baskısı karşısında süngüsünü düşüren Trump’ın tek çıkış yolu bir oyun sergilemekti. Nitekim İran’ın nükleer santrallerine belirli bir zarar verildi ama İran zenginleştirdiği uranyumu kurtardığı gibi, zarar gören tesislerini birkaç ay içinde yenileyebilecek durumda. Karşılığında İran, bölgedeki en büyük ABD üssüne ev sahipliği yapan Katar’da, can kaybının olmayacağı ama üssün fiziki yapısının zarar göreceği bir formül üzerinden Trump ile anlaştı.

Savaş, askeri manada galibi olmayan, oyun jargonuyla söylersek “pat” durumunda kesildi. Fakat siyasal ve uluslararası sonuçları itibariyle kazanan ve kaybeden listesi oldukça geniş.

Savaşın kaybedenleri listesine, Netanyahu, Trump, PJAK ve Müslüman ülkeleri yazabiliriz. Netanyahu, esas hedef olan İran’ın parçalanması, rejimin devrilmesi ve İsrail’in bölgede tam hegemon konumuna yükselmesini gerçekleştiremedi. Üstelik İran, İsrail’i lojistik ve istihbarat olarak destekleyen Batı koalisyonuna rağmen, İsrail ile başa baş bir savaş yürüttü. Eğer bu koalisyonun desteği olmasa, İsrail’in İran karşısında birkaç hafta dayanamayacağı anlaşıldı. İsrail’in dokunulmazlığını simgeleyen Demir Kubbe’nin hipersonik füzeler karşısındaki çaresizliği, İsrail ve ABD’ye direnmek zorunda olan bütün ülkeler için ders olacaktır.

Trump’ın ise Neo-Con’lar karşısında sanıldığı kadar güçlü olmadığı ortaya çıktı. Burada Trump’ın Epstein dosyası üzerinden ve iç isyan tehditleriyle hizaya getirildiğini düşünüyorum. Yine de ateşkesi sağlamaya yönelik bir çıkış yolu bulabildi. Fakat bu yola mecbur kalmasında, savaşın seyri ve uluslararası denge etkili oldu.

Önümüzdeki dönemde İsrail-İran hesaplaşmasının ikinci perdesi mutlaka yaşanacak. Neo-Con’lar, Başkan’ı şimdilik rahatlatmak istediler, malum hırsız evine kadar kovalanmaz. Hatta Nobel Ödülü’yle çizilen karizmasını da belli oranda tamir edebilirler. İpini ellerinde tuttukları Trump’a daha yaptıracak işleri var.

PKK’nın İran kolu PJAK ve PAK gibi ayrılıkçı örgütler, İsrail’in saldırısıyla vazifeye hazır olduklarını ilan ettiler. Hatta PJAK, Azeri Türklerine de çağrıda bulundu. Fakat rejim dayandı ve saldırganı cezalandırdı. Her ne kadar İran bir süre yaralarını saracak olsa da içeride bölücülük ve ihanete karşı kısa zamanda harekete geçmesi gerektiğini çok acı derslerle öğrendi. Ateşkes ile boşa düşen PJAK, savaşın ikinci perdesine kadar İran Devleti ile baş başa kaldı.

Müslüman ülkelerin, ya da bir bütün olarak İslam Dünyası’nın etkisizliği bir kez daha ortaya çıktı. İsrail’i kınamaktan öteye gidemeyen, somut-fiili hiçbir adım atamayan İslam Dünyası, hiçbir Müslüman ülke için dayanak olamaz. Müslüman ülkeler, kendi milli imkânları ve ittifak potansiyelleriyle tehditlere göğüs gerebilirler.

Mezhepçilik üzerinden ümmet temelli dış politika izlenmesini savunanların yüzüne, “milli çıkarların önceliği” tokadı daha kaç kere çarpacak?

Savaşın açık bir şekilde kaybedenler listesine yazamasak bile, gücünün sınırlarını bir kez daha görmek açısından Rusya’nın partnerliğine ne kadar güven duyulabileceği sorusunun gündeme tekrar gelmesi, Rusya açısından eksi puan oldu. İran’ın bu savaşta en büyük handikabı, hava savunması oldu. Oysaki Rusya’nın elindeki imkânlar, İran’ı desteklemeye müsaitti. Rusya, Ukrayna Savaşı’na rağmen yakın ilişkisini sürdürdüğü İsrail ile olan bağını, bizzat Putin’in ağzından, İsrail’de yaşayan Rusya kökenli Yahudi nüfusa yaptığı atıfla ortaya koydu. Gerçekten de bu nüfus, Rusya ile İsrail arasındaki bağların sürdürülmesinde önemli bir köprü vazifesi görüyor. Fakat Ukrayna Savaşı’nın en kritik safhasında yolladığı binlerce İHA, SİHA ve dronlar ile savaşın seyrine önemli etkide bulunan İran’ın, Rusya’dan görmek istediği destek sadece diplomatik çabalardan ibaret olmasa gerek. Eğer savaş uzasaydı, şüphe yok ki Rusya elini taşın altına sokmak zorunda kalacaktı. Şimdilik “milli çıkar”ını önceledi ve stratejik müttefikini askeri anlamda destekleyemedi. Ukrayna Savaşı, Rusya’nın bu konuda elini sıkılaştırıyor. Sanırım İngiltere, sadece bu durum üzerinden bile Ukrayna Savaşı’nı sürdürmenin ne kadar önemli olduğu hakkında ABD’ye baskısını arttıracaktır. Nitekim son NATO zirvesinde, “Rus” tehdidine karşı NATO’nun güçlendirilmesi ve Ukrayna’ya yapılan yardımların sürdürülmesi kararları, İngiltere’nin ağırlığını hissettiriyor. Unutmamak gerek ki Ukrayna Savaşı’nda “Küreselciler” ve “Neo-Con”lar birlikte hareket ediyorlar. Bunları organize eden akıl ise İngiltere. Trump’ın İsrail-İran Savaşı’nda burnunu sürten de bu ekip. Eğer Rusya, Çin, İran birbirleriyle ve Pakistan, Afganistan, Kuzey Kore gibi müttefikleriyle, askeri angajmanlarını arttıramazlarsa, İngiltere’nin ustalıkla yön verdiği gelişmeler karşısında zorlanabilirler. Sanırım bu konuda büyük birikime sahip olan, saydığımız ülkelerin hariciye ve askeri bürokrasileri yeterli dersi çıkartmıştır. Yine de İran’a destek hususunda Rusya’nın eksiğini Çin kapattı. Eğer ardı ardına inen Çin askeri kargo uçakları İran’a katı yakıt taşımasaydı, İran ilk şoku atlattıktan sonra füzeleriyle İsrail’e karşı koyamayabilirdi. Çin, Avrasya’daki en önemli müttefikini yalnız bırakmadı. Elbette Çin’in milli çıkarları bunu gerektirdi. Yeni bir İran-İsrail savaşına kadar en başta Çin’in ve yapabildiği ölçüde Rusya’nın İran’ı daha dayanıklı hale getirmek için teknik desteği esirgemeyeceğini düşünüyorum.
İsrail-İran Savaşı’nın bu ilk perdesinde stratejik bir netice henüz çıkmadı. Taktik netice olarak iki taraf da tam bir mağlubiyet ya da zafer kazanmadı. Fakat İran’ın psikolojik olarak kazanan olduğunu söyleyebiliriz. Büyük bir saldırıyı püskürttü, rejimini korudu, askeri kabiliyetini ispat etti. Ambargolar nedeniyle zayıf kalan hava gücünün yarattığı zafiyeti dengelemek için, füze sistemlerine yaptığı yatırımın ne kadar doğru olduğu ortaya çıktı.

İran halkının neredeyse yarısının rejime muhalif olması ve çok etnikli toplumsal yapısı nedeniyle hızlıca çökeceğini sananlar, İran’ı hiç tanımayan cahiller maalesef. İran, binlerce yıldır o coğrafyada siyasal, kültürel ve coğrafi bir varlık olarak tecessüm ediyor. İran halkı, hangi fikirden olursa olsun Şahnâme ile gururlanıyor, İranlılık bilinci ve onuruyla tarihe bakıyor. Böyle bir halkı, dış müdahaleyle ayaklandırmak hiç kolay değildir. İran’ın ne olduğunu bilmeyenler, dağılacağına dair toto oynar gibi hafta tahminlerinde bulunuyorlardı. Bu olay umarım ki onları, İran hakkında biraz bilgilenmeye teşvik eder.

İran’ın da bu savaşta zaafları ortaya çıktı. Bundan hızlıca ders çıkarmaları gerekiyor. Günümüzde istihbarat faaliyetleri, James Bond tarzı süper ajanlardan ziyade, maddi güç üzerinden şekilleniyor. İran’da birkaç yüz dolara ajanlaştırılabilecek binlerce kişi bulunuyor. 90 milyon insanın yaşadığı ve ambargolar nedeniyle nüfusun azımsanmayacak bir kısmının ekonomik zorluk çektiği, ayrıca İran ile hiçbir “vatanseverlik” bağı olmayan fakir Afganlar gibi çeşitli unsurların bulunduğu ülkede, paranın gücüyle birkaç bin kişinin ajanlaştırılması zor değil. Bu durumun engellenmesi için rejimin toplum üzerindeki denetimini arttırması ise zaten çeşitli kısıtlamalardan şikâyetçi İran halkının tepkisini daha da çekebilirdi. Bu nedenler, İran’ın zaafını büyüttü ve ona büyük bir bedel ödetti. İran, emniyet tedbirlerinin yanı sıra, halkın rejime olan desteğini arttıracak girişimler ve ülkede Devrim Muhafızlarının elinde tuttuğu zenginlikleri halkla daha çok paylaşacağı bir sistemi geliştirmek zorunda. Bu kadar tehdit altında olan bir ülkenin Devrim Muhafızları’nı zayıflatması beklenemez ama bölüşüm mekanizmasını güçlendirmenin en başta Devrim Muhafızları’nın kendi güvenliği için ne kadar önemli olduğu ortada.

Savaş’tan Türkiye’nin çıkarması gereken dersler ve izlemesi gereken stratejiyi önümüzdeki yazıda tartışacağım. Yalnız bir parantez açarak, İran’daki ajan faaliyeti nedeniyle Türkiye’de İran’ın çok fazla eleştiriye tabi tutulduğunu gördük. Bu eleştirilerin bir kısmı, gereksiz bir özgüven üzerinden yapıldı. Bunun çok tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Unutmamak gerek; Türkiye uzun süredir ekonomik olarak darboğazda, geniş kesimler fakirleşmekte, gençliğin önemli bir kısmının geleceğe dair beklentisi kalmamakta, alın teriyle para kazanıp, bir hayat kurmanın zorluğu karşısında, kolay paraya ulaşmak isteyen ve sosyal medya aracılığı ile köpürtülen bir anlayış etkisini gün geçtikçe arttırmakta. Yeni nesil içinde, ülkesine yabancılaşan ve değerlerini yitiren, çürüyen çok fazla insan var. Eğitim ne “milli” bir vasfa sahip, ne de okumakla geleceğini kurtarabileceğini inanan çok kişi var. Ayrıca ülkemiz, tam bir göçmen yatağı. Bu şartlar altında İran’ın başına gelenlerden gerekli dersler çıkarmazsak, çok daha kötüsünü yaşayabiliriz.

Sonuç olarak, ABD içindeki güç mücadelesinde Neo-Con’lar bir adım öne geçti. Bu durum, dünyanın III. Genel Savaş’a sürüklenme ihtimalini arttırıyor. İsrail, savaş yanlısı güçlerin koçbaşı görevini sürdürüyor. İngiltere’nin peşine takılan Almanya ve Fransa, savaş cephesindeki yerini çoktan aldı. Bu şartlarda İsrail-İran çatışmasının ikinci perdesinin yaşanması kaçınılmaz. Fakat bu sefer savaş hızlıca bölgeselleşecektir. Ardından başka kriz alanlarının tetiklemesiyle küresel bir savaşın ihtimali oldukça yüksek. Pakistan, Doğu Akdeniz ve Pasifik diğer kriz alanları olarak öne çıkacaktır. Avrupa’da ise savaş devam etmekte. Büyük Savaş’ın kıvılcımı çakıldı, dünyanın kaderinin düğümü ise bölgemizde, bakalım bu düğümü kim çözecek?