Türkiye, 1856 Paris Barış Konferansı ile birlikte Düvel-i Muazzama’ya dâhil edildi, diğer bir ifadeyle “Avrupa Devleti” sayıldı. Avrupa’nın parçası haline gelme hikâyemizin, bizim Avrupa’ya girmemizle değil ama Avrupa’nın bize girmesiyle olduğunu anladığımızda, önümüze çoktan Sevr belgesini koymuşlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünde iki dönüm noktası olmuştur. İkisinde de “Avrupa ile ittifak” siyasetinin acı neticelerini tecrübe etmişizdir. İlki 1838 Balta Limanı Anlaşması’yla kapitalist dünya ekonomisinin bir parçası haline getirilmemiz, ikincisi ise 1853-1856 yıllarını kapsayan ve Paris Barış Konferansı’yla nihayete eren Kırım Harbi’dir.
Batıcı Tanzimat aklı, Rusya’ya karşı İngiltere-Fransa-Piyomente ittifakıyla savaşa girmeyi stratejik bir tercih olarak kabul etti. Rusya’nın askeri-siyasi nüfuzunu sınırlandırmak ve Prusya-Rusya bağını koparmak için harekete geçen İngiliz aklı, bu çok çetin düşmana karşı askeri kayıplarını minimumda tutmak için, Osmanlı askerlerini savaşın en dehşetli cephelerine sürmeyi de planlamıştı. Avrupa’nın güvenliği için Rusya’ya karşı oluşturulan bu ittifaka katılmakla Tanzimatçılar, İmparatorluğun da Avrupa hukuk sisteminin ve siyasal topluluğunun bir üyesi olarak güçlenebileceğini, refaha kavuşacağını, sınırlarına saygı duyulacağını zannetti. Oysaki bu savaştan sonra “Avrupa’nı Hasta Adamı” olarak yaftalandık. Savaş sırasında ilk dış borcumuzu aldık ve mali disiplinimizi kaybettik. Rusya’ya karşı savaşmak için silah almak zorunda kalan İmparatorluk, İngiliz çıkarları için askerlerinin kanını sebil ederken, aldığı borçların faizlerini bile ödeyemeyecek duruma geldi ve tam 25 sene sonra, Muharrem Kararnamesi’yle iflasını açıkladı. Duyûn-u Umûmiye günleri böylece başladı. Gelir ve giderlerini kontrol edemeyen, vergisini toplayamayan, parasını basamayan zavallı bir ülke haline geldik. Sınırlarımıza bırakalım saygı duyulmasını; iki milyon kilometrekareden, Sevr’de egemenliğimize bırakılan bir avuç toprağa kadar gerilememiz sadece altmış beş yıl sürdü.
Rusya ve Türkiye arasındaki savaşların sadece Batı’nın işine yarayacağını gören Mustafa Kemal Atatürk, Rusya ile savaşmamayı ve Ruslara karşı bir ittifak içinde yer almamayı siyasi mirası olarak bıraktı. Maalesef Stalin ve Molotov’un hatalarının da katkısıyla Türkiye’nin NATO süreci başladı. 1991’e kadar Atlantik’in güneydoğu kanadını savunmakla vazifeli Türkiye’nin varlığı, başta Kıbrıs sorunu olmak üzere müttefiklerimizin bizi uğrattığı büyük hayal kırıklıklarını rağmen, Batı tarafından mesele edilmedi. 1991 sonrasında ise strateji değişti, Türkiye’nin etnik kimlik temelli parçalanma girişimlerinde Batı başrolde yer aldı. Bu arada, Irak’ta ve Suriye’de epey yol kat ettiler.
Günümüzde Kırım Savaşı günlerine benzer bir uluslararası durum idrak ediyoruz. İngiltere’nin başını çektiği bir ittifak, ne pahasına olursa olsun Rusya’yı kuşatmayı ve parçalamayı kafasına koydu. Rusya’ya verilen bütün sözlere rağmen NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesi yetmiyormuş gibi, Ukrayna’da iktidara taşıdıkları Nazi rejimi aracılığıyla Donbass’ta büyük insanlık suçları işlenmesine neden oldular. Ukrayna’nın NATO’ya girmesinin Rusya açısından nasıl büyük bir felaket olacağını tahmin etmek için uluslararası ilişkiler uzmanı olmaya da gerek yok. Rusya “ya herru ya merru” diyerek, son çare olarak Ukrayna Savaşı’na girdi. Yoksa iktidara ilk geldiği zaman Putin, Batı’nın bir parçası olmak için can atıyordu. Rusya yıllar içinde kapitalistleşmişti, artık Batı için ideolojik bir tehdit olmadığı gibi, onların bir parçası olarak, esas çekindiği Çin’e karşı Hindistan’la beraber Batı’ya dâhil olmak istiyordu. Rusya’yı savaşa mecbur eden İngiltere’nin başını çektiği Atlantik güçleri oldu. 1991’den itibaren, kendisine verilen hiçbir söz tutulmamış, sürekli kuşatılmış ve parçalanmaya çalışılmış Rusya, bir anda Avrupa’nın güvenliği için öncelikli tehdit ilan edildi. Bükreş Beşlisi üzerinden, Rusya’ya doğuda bir duvar örmeye çalışan Atlantik ittifakı, Rusya ile barışmayı hiç istemedi. Meşhur “demokratik değerlerin Avrupası”, Rus romancılarının kitaplarının yakıldığı, okunmasının yasaklandığı, Rus balerinlerine tiyatro kapılarının kapandığı bir çılgınlığa sürüklendi.
Maalesef Türkiye’de siyasal iktidar içinde kümelenmiş belirli güç odakları, Türkiye’yi Avrupa savunmasının bir parçası haline getirmek için kolları sıvadı. Çok yanlış bulduğum Eurofighter savaş uçaklarının alımı da bu güç odaklarının etkisini açığa çıkartıyor. Batı Avrupa’nın müreffeh orta sınıflarını, Rus savaş makinesine karşı harbe sokması mümkün değil. Diğer coğrafyalardan kiralanan paralı askerler de sadra şifa olmaz, taşıma suyuyla değirmen dönmez. Peki, kim savaşabilir Ruslara karşı? İşte bu noktada tarihsel Rus nefreti aşikâr Polonya, Romanya gibi Doğu Avrupalılar öne çıkıyor. Nasıl ki Ukrayna halkının kanı, Atlantik çıkarları için dökülüyorsa, bu kocaman verimli ülke harabeye dönmüşse, Doğu Avrupa da bunun için hazırlanıyor. Peki, yeterli olur mu? Orası muamma.
İşte bu noktada heveslenen Türk hariciyesinin ve akademisinin belirli unsurları bu vaziyet karşısında, Türkiye’nin AB’ye üyelik için bir fırsat yakaladığını düşünerek, harekete geçtiler. Trump zaten dememiş miydi, Türkiye’nin gıcır gıcır çok sağlam bir ordusu var diye. Eee madem yeni bir Kırım Savaşı ittifakı kuruluyor, cepheye Mehmetçikten daha iyi kim sürülür? Hangi Alman, üç katlı bahçeli evini, barbeküdeki domuz sosislerini ve Bavyera birasını bırakıp savaşa gitmeye ikna edilebilir ki?
Normal şartlarda iktidarın bu tehlikeli oyununa karşı ne beklersiniz? Ülkenin ana muhalefeti, üstelik de Kırım Harbi sonrasındaki süreçte yok olmanın eşiğine gelmiş bir devleti, bugünkü milli sınırları içinde yeniden kuran Mustafa Kemal’in Partisi, “Mehmetçiğin kanı üzerinden pazarlık olmaz” desin. Oysaki Özgür Özel, 18 Ekim’de Avrupa Sosyalist Partisi Kongresi’nde, dün de İsviçre Sosyal Demokrat Partisi’nin Kongresi’nde yaptığı konuşmalarda, yeni Kırım İttifakı’nın mümessillerinden biri olduğunu ortaya koydu. Rus tehdidine karşı Avrupa’nın güvenlik mimarisinin bir parçası olarak Türk Ordusu’nu kullanmalarını, bunun karşılığında Türkiye’nin AB’ye alınmasının ne kadar hayırlı olacağını uzun uzun anlattı. Müptezel bir Nazi karikatürü tarafından yönetilen Ukrayna’ya en samimi duyguları ile sahip çıktı. O kürsüde konuşurken, gözümde Tanzimat Paşaları canlandı. On binlerce Mehmetçik, Kırım’ın soğuk topraklarında kefensiz yatarken, Düvel-i Muazzama’ya girdik, Avrupa Devleti olduk diye zil takıp oynayan nazırlarımızı ve hariciyecilerimizi düşündüm. Hadi, onlar tecrübesizdi diyelim, henüz Batı’yı tam olarak kavrayamamışlardı. Peki, yüz elli yıl sonra, Batı ile yaşadığımız ihanetlerle dolu aşk maceramızdan hiç mi ders alınmadı?
Özgür Özel bu konuşmaları yaparken, kayyum meselesinin artık hiçbir anlam taşımadığını düşündüm. Özel, emperyalist sistemin bir aparatı haline gelince, niye Partisine kayyum atasınlar? Zaten kendisinden çok emin bir şekilde İsviçre’ye gitmedi mi? Hem Alman Şansölyesi ve İngiliz Başbakanı da ülkemize teşrif edecekler bugünlerde. Ne güzel, tam da Cumhuriyet Haftası’nda. Biz de Cumhuriyet’in anlam ve önemine en uygun şahsiyet olan Zeynep Bastık’ın konserinde havai fişek gösterisiyle bu konuşmaları kutlayalım. Son yüz elli yıldır ne zaman Avrupa bize girse, sevinçten patlattığımız havai fişekleri, yine gururdan gözlerimiz yaşararak seyretmeyelim mi? Üstelik Cumhuriyet Bayramı’nda…