1945-1973, II. Dünya Savaşı sonunda kurulan Yalta Düzeni’nin altın yıllarıdır. Bu yıllar, birçok farklı saikle beraber, üretim sermayesi ile finans sermayesi arasındaki bir denge ve işbirliğine dayanması nedeniyle de Batı kapitalizmi ve Amerikan hegemonyası merkezli dünya düzeni için parlak yıllardır. Fakat ABD’nin Vietnam’da tökezlemesi, 60’lı yıllar boyunca Büyük Savaş’ın mağlupları Almanya ve Japonya’nın adeta ABD kontrolünü zorlayarak muazzam büyüme rakamlarına kavuşması, Sovyetler Birliği’nin ise artan uluslararası siyasi gücü ve saygınlığı takriben bir çeyrek yüz yıl süren parlak dönemin sonuna işaret ediyordu. Üstelik Alman lider Willy Brandt, Sovyetler ile yakınlaşma, Doğu Almanya ile işbirliği yaparak, Yalta denklemini iyice bozmaya başlamıştı.

ABD ve müttefiki İngiltere bu tabloya karşı iki yanıt üretti. İlki kurt diplomat Henry Kissenger’ın büyük çabasıyla ABD-Çin ittifakının Sovyetler’e karşı kurulmasıydı. Çin’in sisteme alınması, Almanya ve Japonya karşısında başta ABD’li üreticiler için verimlilik kaybına uğramayacakları yeni ve eşsiz bir üretim merkezine kavuşmak anlamına geliyordu. Bununla da yetinilmedi, var olan verimlilik kaybına karşı refah devletini ortadan kaldıran ya da en azından küçülten Neo-klasik iktisat politikaları uygulamaya kondu. Demir Lady Margret Thatcher’ın İngiltere’de “demiryolu işçileri grevi”ni ezmesi bu dönüşümün sembolüydü.

Ekonomide neo-liberal dönüşüm, sadece sosyal hakların daraltılması ve ücretlerin baskılanması anlamına gelmedi. ABD, oran olarak dünya üretimindeki payı gerilerken, kayıplarını telafi etmek ve piyasa hâkimiyetini tesis etmek için kritik bir karar aldı. 1973’te ateşlediği petrol krizi ile enerjiye bağımlı Alman ve Japon ekonomilerinin hızını keserken, bu krizi bahane ederek doların altın rezervine olan bağımlılığını ortadan kaldırarak, sınırsız para basmaya başladı. Böylece dünyada üretilen artık değeri tüketim üzerinden yeniden ABD’ye çekerek, 1990’ların muazzam ekonomik göstergelerini yakalamış oldu. Fakat bu göstergelerin birer balon olduğu, arkasında kontrolsüz finansal şişmelerin olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Finans sermayesi, üretici güçleri baskılayarak sürekli olarak genişlemekte, bunu sınırsız kılmak için başta ulus-devletler olmak üzere tarihin tüm katı formlarına adeta savaş açmaktaydı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü de, aslında Yalta Sistemi’nin içine girdiği krizin bir göstergesiydi, Batı’nın zaferi değil.

II. Dünya Savaşı sonrası, finansal güçlere yaslanan Yahudi sermayesi için de bir dönüm noktası oldu. Kıta Avrupa’sından ABD ve İngiltere’ye göçen Yahudiler, bankacılık ve finans alanındaki maharetlerini buralarda pekiştirdiler. Rothschild ailesinin Frankfurt kökenli olduğunu hatırlatmakta fayda var. II. Dünya Savaşı ile birlikte hegemonik gücünü yitiren İngiltere, bu ailenin başını çektiği finans sermayesinin merkezi oldu. ABD’de para gücüne de hükmeden genellikle Yahudi sermayesi olmaya başladı. Bilinenin aksine Amerika’nın üretim sermayesi bırakalım Yahudi destekçiliğini, Henry Ford örneğinde olduğu gibi Hitler’e dahi destek verecek kadar anti-Semitik’ti. II. Dünya Savaşı sonrası bu iki sermaye gücü uzlaşıya girerken, ABD’de Evangelizm üzerinden Protestan-Yahudi ittifakı tanımlanmaya çalışıldı.

1974’ten sonra ise finans sermayesi reel üretimin dört katına ulaşan dolar hacmi sayesinde küresel artık değerin büyük çoğunu yutmaya başladı. Üretimi desteklemek yerine onu baskılamaya başlayan bu süreç sonunda Rockefeller, Ford ve Du Pont gibi büyük sermayedarlar güç kaybederken, Rothschildlerle beraber Bill Gates gibi yazılım teknolojisinin öncüleri yükseldi.

ABD’nin üretici güçleri, Çin’in üretim gücü ve bu gücü teknoloji liderliğine tahvil etmesiyle küresel tehdit algısının merkezine bu eski müttefiki koydu. Onlar, Rusya’yı yanlarına alarak Çin ile hesaplaşmayı öncelik olarak belirlediler. Fakat Biden’ın iktidarı aynı zamanda İngiltere’nin, ABD’deki İngiltere’nin ve Kıta’daki İngiltere’nin, bir diğer değişle finans güçlerinin iktidarı anlamına geldi. Onlar için öncelikli düşman Rusya idi. Rusya’yı çok zorlanmadan devre dışı bırakıp, Avrasya üzerinden Çin’i kuşatmayı düşünüyorlardı. Rothschild grubu, elindeki siyasi güçle tam bir Trans-Atlantik ittifakı kurmuştu. Çin ile sorunları olan Hindistan da bu ittifaka katılırsa, Rusya için hazin bir son işten bile değildi. Fakat Hindistan, Rusya ile kadim dostluğuna ve bağlantısız dış siyasetine uygun olarak Batı’yı Ukrayna Savaşı’nda desteklemedi. Tam tersine Rus petrol ve doğal gazını aldı ve sattı. Üstüne S-400 sistemlerini de ülkesine konuşlandırdı. Çin, Rusya’yı finanse ederek, İran SİHA filoları desteğiyle, K. Kore ise bizzat askeri gücüyle boy gösterdi. Plan tutmamıştı, Ukrayna her gün gerilerken, Rusya mali bakımdan pozisyonunu korudu ve her geçen gün ilerledi.

Bu netice Trump’ın iktidarını hazırlayan önemli etkenlerden biri oldu. Rockefeller’ın öncülük ettiği maden ve enerji sektörü, E. Musk gibi yükselen tekno-sermayedarları yanına alarak, üreten Amerika’nın desteğiyle Trump’ı iktidara taşıdı. Fakat D. Trump, Başkan Yardımcısı Vance kadar net bir MAGA’cı (Make America Great Again) olamadı. Bir Evangelist olarak İsrail’e dolayısıyla Yahudi sermayesine çizgi çekemedi. Rothschild’ler en kritik zamanda ellerinde bulunan Epstein dosyaları üzerinden Trump’a büyük baskı kurdu. E. Musk bu durumdan rahatsızlık duyarak çekildi, Vance ise geleceğin başkanı olma vizyonuyla sabretmekte. Yine de ABD, iç savaşı andıran görüntülere sahne olmakta, Demokrat eyaletlerde Ulusal Muhafızlar seferber edilmekte, suikastlar düzenlenmekte, isyanlar çıkmakta v.b. En son Katar’ın İsrail tarafından vurulması, İngiltere’nin dolayısıyla Rothschildlerin Alaska’da Rusya ile anlaşan Trump’a bir cevabı olarak okunabilir. ABD içindeki İngiltere, Trump’ı çok zorluyor, bakalım başkanlık süresini tamamlayabilecek mi?

Rockefeller grubu da boş durmuyor tabi ki. Vance’i başkanlığa hazırlarken, ABD içinde taşları yerinden oynatıyorlar. Rothschild ailesinin maaşlı çalışanı olan Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un desteklediği hükümeti devirdiler. Macron’u çok ciddi bir biçimde sallıyorlar. Almanya’da ise Afd yükselişini aritmetik olarak sürdürüyor. Almanya’nın Doğu’sundaki ezici gücüne Batı’daki sanayi merkezlerini de eklemeye başladı. Pazar günü Almanya’nın en kalabalık eyaleti olan Kuzey Ren-Vestfalya’da oylarını üç kat arttırdı. Birkaç gün önce ayaküstü sohbet ettiğim Türk kökenli bir Alman mühendis, Almanya’nın Rusya siyasetinin sanayiye büyük darbe vurduğunu anlattı ve tek çarenin Afd olduğunu söyledi. Berlin’de yaşıyordu. Afd’nin aşırı sağcı-ırkçı olduğu yönündeki söylemleri hatırlattığımda, CDU, SDP, Yeşiller gibi partilerin Almanya’nın çıkarlarını savunmadıklarını, Almanya’yı bir arada tutanın üretim olduğunu ve Almanya esas üretemediği, işsizlik yükselmeye başladığı zaman ırkçılığın artacağını vurguladı. Köln merkezli Kuzey Ren-Vestfalya, Türkler’in en yoğun yaşadığı bölge. Neredeyse küçük bir Türkiye olan Duisburg’da Afd ikinci tura kaldı. Bu da Türklerin, sanayicilerin ve işçilerin Afd’ye yöneldiğini gösteriyor.

İngiltere-Rothschild, Rusya-Ukrayna Savaşı’nda provokasyonlarla NATO’yu savaşa sokmaya çalışıp, Ortadoğu’da Amerika’yı zorlayan eylemleri teşvik edip, Epstein dosyalarıyla Trump’ı baskı altında tutarken, Rockefeller, Vance’i Trump sonrasına hazırlıyor, Fransa’da Madam Le Pen’in Ulusal Birlik’i ile Almanya’da Afd’yi destekliyor. Şimdiden AB, İngiltere-Fransa-Almanya üçlüsüne rağmen, Rockefeller’in destekçilerinin baskısıyla kritik konularda karar alamıyor, birlik vasfını yitiriyor. Fransa’da Ulusal Birlik ve Almanya’da Afd her geçen gün güçleniyor. Afd’nin önümüzdeki seçimlerde Almanya’da iktidar olmasına kesin gözüyle bakanlar çok. Batı’da sermaye güçleri arasındaki savaş, önümüzdeki dönem şiddetini arttırarak devam edecek. ABD’yi çok daha büyük suikastlar, isyanlar ve çatışmalar bekliyor. Bildiğiniz Avrupa’yı unutun derim, derin hayal kırıklığına uğramak istemiyorsanız. Batı için şimdiden “gün akşamlıdır” diyebiliriz.