Yeni anayasaya sahiden ihtiyaç var mı, varsa da bu kimin ihtiyacı, gerçekten sorulmaya değer bir soru. Görüldüğü kadarıyla halkın böyle bir derdi yok çünkü bu zor ekonomik şartlarda deyim yerindeyse halk canıyla uğraşıyor. Muhalefet de halk gibi, o da siyaseten katline yazılan fermanla boğuşuyor, anayasadan hukuktan geçmiş tam anlamıyla yaşam savaşı veriyor. Geriye kalıyor iktidar; demek ki bu anayasa değişikliği talebinin sahibi iktidar. Aslına bakılırsa iktidarın da anayasa değişikliği istemesi iki sebepten anlamsız. Birincisi iktidar zaten mevcut anayasaya uymuyor, saygı da duymuyor ki yenisini yapsın. İkincisi de anayasadaki hiçbir kural iktidarın yapacağı hiçbir icraatın önünde engel olabilecek durumda değil ki bu engeli kaldırmak için anayasayı değiştirsin. Mesela deniyor ki Erdoğan yeniden aday olmak için anayasayı değiştirmek istiyor. Yukarıda da dediğimiz gibi anayasa nasıl engel olacak ki “benim buna ihtiyacım yok, ben istersem zaten aday olurum” dedi sayın Cumhurbaşkanı. Bu konjonktürde bunun aksini iddia eden kimse kalmadı, hukuken aday olamasa da fiilen olur, yani hukukun derin labirentlerinde, izbe köşelerinde bir yol bulunur, ya da olmadı rahmetli Özal’ın dediği gibi delinir geçilir nedir ki anayasa?
O halde dert ne, niye bu anayasa değişikliği meselesi ısrarla gündemde tutuluyor? Açıkça anayasanın şu şu maddelerini değiştireceğiz de demiyorlar, dedikleri ve bize ezberletmeye benimsetmeye çalıştıkları tek bir cümle var “yeni anayasa şart, 12 Eylül anayasasını değiştireceğiz” Bu kadar zorladıklarına ve üzerinde bu kadar durduklarına göre niyetleri gündem değiştirmek değil, gerçekten anayasayı değiştirmek istiyorlar. Belki değiştirmek de değil baştan sona yeniden yazmak, yepyeni bir anayasa yapmak istiyorlar. (400’ü bulma gayretleri)
Peki neden?
Niçin yepyeni bir anayasa? İktidara göre sebebi çok açık. Yepyeni bir Türkiye yüzyılına giriyoruz o yüzden yeni anayasa şart. Peki mevcut anayasa neyimize yetmiyor, neresi dar neresi bol geliyor, hele bir söyleyin ki biz de bilelim. Israrlara dayanamamış olacaklar ya da artık kamuoyunu alıştırma dönemine gelmiş olmalıyız ki anayasanın dayanağı olan üniter/ ulus devlet sistemini değiştirmek istediklerini bir şekilde (aslında birçok şekilde) dillendirmeye başladılar. Terörsüz Türkiye konuşmasında Erdoğan sayılı tam beş kez “Türk Kürt Arap” üçlemesini kullandı. Bu üçlemeyi “ümmet” ile taçlandırmayı da ihmal etmedi tabi. Bahçeli ondan geri kalacak değil ya o da sadece etnik ayrıştırmanın yeterli olmayacağını düşünmüş olacak ki Cumhurbaşkanı yardımcılarından biri Kürt bir Alevi olsun demiş. Kendisini müstemleke valisi zanneden Amerika’nın Türkiye Büyükelçisi Tom Barack da Türkiye için en iyi rejim Osmanlı millet sistemidir demiş. İzmir’de gezerken nerden aklına gelmişse aynen böyle buyurmuş sayın büyükelçi.
İktidarın terörsüz Türkiye dediği bizim demokratik barış sürecine evrilmesini umduğumuz sürecin özellikle Suriye topraklarındaki etnik ve mezhebi fay kırıklarından sonra gündeme geldiği artık herkesin bilgisi ve kabulü dahilinde olan bir gerçek. Amerika, İngiltere İsrail üçlüsünün Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme, sınırları kendi lehlerine göre yeniden çizme çabaları malum. Bu hercümerç içinde bizim sınırlarımız da aynı kalmaz, kalamaz ya büyür ya küçülürüz. Küçülmek yani bölünüp parçalanmak istemeyeceğimize göre büyümenin yollarını aramalıyız. O yol da öncelikle Kürtler ve Araplarla aynı ümmet olmanın şuuruyla bir araya gelmekten geçer. Birlik olmak için de mevcut anayasayı üniter yapıdan çıkarıp federatif yapıya uygun dizayn etmek icap eder diye düşünülüyor belli ki.
Madem büyüyeceğiz daha “iri ve diri” olacağız, hem de din kardeşlerimizle aynı devlet çatısı altında birleşen bir ümmet olacağız o zaman niye itiraz edelim buna, olsun, iyi olur değil mi?
İlk bakışta çok cazip duruyor, Osmanlı’dan tevarüs ettiğimiz emperyal hislerimizi de okşuyor ama durup üzerinde düşününce kazın ayağının pek de öyle olmadığı anlaşılıyor. İtiraf edeyim beni de cezbetti bu söylem ilk etapta, ne güzel işte önce Türkiye, Suriye, Irak Türkiye’nin hamiliğinde ve abiliğinde birleşir çok daha güçlü bir devlet olur daha sonra gücümüz ölçüsünde Arap körfezine, Afrika’ya doğru yayılırdık. Bu tartışma başladığından beri üzerinde bir aydır kafa yordum, sağdan soldan, İslamcısından Sosyalistine kadar fikrine görüşüne itibar ettiğim birçok kişi ile istişare ettim ve sonuçta mevcut anayasanın üniter yapı ve ulus devlet sistemine dayalı fabrika ayarları ile oynamanın çok riskli olduğu kanaatine vardım, bu yazının başlığı da böylece ortaya çıktı, Dimyat’a giderken evdeki bulgurdan olmayalım.
Her şeyden önce ümmet birliği her Müslümana dinen cazip hatta vacip gelebilir ama tarihi kökleri, örnekliklerine bakıldığında eliniz bomboş kalır. Türkler Kürtler Araplar yani Erdoğan’a göre ümmet olan Sünni Müslümanlar tarihte gerçek anlamda karşılığı olan bir beraberlik yaşamamışlar, tarih Müslümanların birbirleriyle savaş maceralarıyla dolu. Bu ümmet fikrinin boşta kalan eksik ayağı ise İranlılar, yani Farslılar, yani Şiiler. Sahi onları niye dahil etmiyoruz ümmete, onlar da Muhammedi değil mi, ümmet dediğiniz dinen Hz.Muhammed Peygamberin takipçileri değil mi? Büyük bir devletleri ve çok daha büyük bir nüfuz alanları var ama siz onları hiç anmıyorsunuz, ümmet şemsiyesinin altına almıyorsunuz olur mu böyle bir şey, olmaz. Demek ki bırak siyasi birlik anlamında ümmet olmayı dinen dahi ümmet olamamışız. Kanlı geçmişe bakıldığında bundan sonra da zor görünüyor mezhep ayrımı olmadan tam bir ümmet birliği.
Müminler kardeştir ayeti bizi diğer Müslümanlarla duygudaşlık olarak yakınlaştırmayı amaçlar, gerçekten de samimi Müslümanlar dünyanın herhangi bir yerindeki Müslümanın başarısı ile gurur duyar acısını paylaşır. Ama kabul etmek gerekir ki çoğu kez bu duygu paylaşımı ekmek ve menfaat paylaşımına dönüşmez. Çeşitli nedenleri vardır bunun ama her şeyden önce ekonominin iktisadın kendini dayatan çıplak gerçekleri vardır. Kafalar dini inançlarda birleşir ama gövdelerin birleşmesi ve ayakların birbirine doğru yürüyüşünün rotasını mide çizer. Ekonomik çıkarlar uyumlaştırılmadıkça sahici bir ümmet birliği oluşturulamaz. Tarihi, coğrafi ve sosyokültürel şartlar bugün için Erdoğan’ın kast ettiği ve bir şekilde anayasaya yerleştirmek istediği ümmet fikrine hayli uzak.
Öte yandan dünyada İslam Devrimi yapması nedeniyle örneklik teşkil eden İran’ın İslamcılıktan Milliyetçi çizgiye doğru kaydığına, tek başına din veya mezhep birliğinin insanları bir arada tutmakta zorlandığına, bu yüzden İran’ın Pers köklerine doğru yolculuğa çıktığına, iran sokaklarında Pers Milliyetçiliğine dair fotoğraf, afiş ve figürlerin sergilendiğine dair “İran’ın kıblesi Değişiyor, İslamcılıktan Milliyetçiliğe” başlıklı bir yazısı var Kayhan Uğur’un Oda Tv’de. Gerçi bu yazı Türkiye’de aks değiştirmek isteyen devletlülere “ne ümmeti kardeşim bakın İran bile İslam’dan vazgeçiyor, siz de vazgeçin bu sevdadan” diye yazılmış olması kuvvetle muhtemel ama olsun yine de Oda Tv’nin devlet içindeki konumu ve pozisyonu düşünüldüğünde en azından devletin önemli bir kanadının ulusçu/üniter devlet yapısını savunmaya kararlı olduğunu gösterir.
Türkiyeli Müslümanları mevcut devlet yapısından uzaklaştırıp yeni bir arayışa sevk eden ana motivasyonlardan birinin bu devletin Mustafa Kemal tarafından kurulmuş olması ve Mustafa Kemal Türkiye’sinde dine daha doğrusu Müslümanlığa yer verilmemiş, hatta Müslümanlığın yok edilmeye çalışıldığı inancı. Bu inanç örnekler ve karşı örneklerle doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir ama bir gerçek değişmez; Erdoğan’ın ve hatta cumhur ittifakının temsil ettiği kitlenin önemli bir kısmı buna samimi olarak inanıyor. Onlara göre geçmişte Müslümanlar güçsüzken razı olduğu istiskale şimdiki güçlü zamanlarında katlanmak zorunda değiller, o yüzden Mustafa Kemal Türkiye’sine bir format atmak bu kesimin çok arzuladığı bir şeydir.
Ancak bu inançta olan vatandaşlarımıza hatırlatmak isterim ki; Türkiye Cumhuriyeti Devletini Mustafa Kemal tek başına kurmamıştır, yanında başta Mehmet Akif , Elmalılı Hamdi Yazır gibi nice sarıklı cübbeli Müslüman aydın ve alim vardır. Sonra bunlar büyük ölçüde tasfiye edilmiş yeni devletin kıblesi iyice batıya çevrilmişse de zaman içinde Müslümanlar bir şekilde devlete kendilerini kabul ettirmişler ve yönetime siyaseten de ortak olmuşlardır. Yani bu devlet sadece devleti biz kurduk diyen CHP’ye ait değildir, devleti Mustafa Kemal’in kuruculuğundan kurtaralım derken farkında olmadan bir anda yıkıverirsiniz Allah korusun.
Sonuç yerine şunu söylemek isterim ki; Türkiye’de bir rejim değişikliğine değil yönetim değişikliğine ihtiyaç vardır. Kanaatimce Türkiye kendi topraklarında, Suriye, Irak, İran, Mısır, Pakistan, Endonezya kendi topraklarında yeterince güçlü olmalı ve ondan sonra birbirleriyle, beşeri, ticari münasebetleri ve işbirliklerini geliştirmeye çalışmalıdır. Bugün onlarcası olan ancak çalıştırılamayan İslam İşbirliği Teşkilatı gibi yapılar sahici işlevine kavuşturulabilir, coğrafi olarak yakın ve sınırdaş ülkeler arasında komşuluk hukuku çerçevesinde daha sıkı işbirlikleri de yapılır ama bugün için ümmet fikriyle Türkiye Cumhuriyetinin fabrika ayarlarıyla oynamak gerçekten çok risklidir ve gerçekten Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olabiliriz aman dikkat!