İşçilerin “sınıf” olarak tarihte ağırlığını hissettirmesi 19. yüzyılın gelişmiş sanayi toplumlarında oldu. İşçi sınıfının iktidarını tarihsel bir zorunluluk olarak gören Karl Marx, kapitalizmin varoluşunun merkezinde, çok yerinde bir saptamayla, sürekli büyümek zorunda olan “sermaye birikimi”ni vurguladı. Bu birikimin sağlanması, burjuvazinin, işçi sınıfının üretiminden ortaya çıkan artığa el koymasıyla olmuştur. Yatırım için gereken tasarruf, işçilerini emeğinin sömürülmesine dayanmaktaydı. Ayrıca üretimin verimliliğinin en önemli unsurlarından biri olan işbölümü, üreticiyi kendi ürettiğine yabancılaştıran ve böylece insan özgürlüğünü tehdit eden bir olguydu. Kitle üretimi içinde, üretilen maddenin sadece bir parçasıyla ilişki kuran işçi, üretilenin bütünüyle arasında bir bağ kuramaz. Charlie Chaplin’in şaheseri olan Modern Zamanlar’da işçinin üretimin sadece bir çarkı haline gelmesi durumunu muhteşem anlatır. Şarlo’nun kolları, sürekli aynı vidayı sıkmaktan adeta “kol” olmaktan çıkarak makinenin bir uzantısına dönüşmüştür. Oysaki insanın özgürleşmesinin anahtarı, kendisini yetenekleri doğrultusunda yetiştirebilmesini sağlayacak bir üretim ve sosyal çevre içinde mümkündür. Marx, kapitalizmin, kendisinden önceki üretim sistemlerine göre daha ileri bir toplumun ortaya çıkmasını sağladığını fakat “yabancılaşma”nın ortadan kalkmadıkça insanın özgürleşmesinin tamamlanamayacağını iddia etti.

“İlerleme” fikrini büyük bir imanla bağlı olan Marx için, ilerlemenin motoru ise “çelişki”dir. Tarih, toplumsal sınıfların arasındaki çelişkiler sayesinde ilerler. Böylece yeni bir üretim biçimi ortaya koyabilen “yükselen sınıf”, mevcut hâkim sınıfın yerini alarak, yeni bir toplumsal formasyon üretir. Hâkim sınıfın çöküşü, onun üretici güçlerin gelişimine engel olduğu anlamına gelir. Marx, burjuvaziyi, kapitalist üretim biçimini hayata geçirmekle tarihin en devrimci sınıfı olarak selamlar. Fakat 19. Yüzyıl itibariyle Marx’a göre burjuvazi artık “ileri”yi temsil etmemektedir. Onun ortaya çıkardığı üretim biçimi, önceki toplumsal formasyonların üretim biçimlerine göre, üretici güçlerde büyük bir gelişmeyi ve bu gelişmenin neticesi olarak o zamana kadar dünyada ortaya çıkan en ileri toplumsal formasyonu temsil etse de, kapitalizm “sermaye birikimi”ne olan bağlılığı ve üretim ilişkilerinde bu bağlılığın bir neticesi olarak ortaya çıkan “yabancılaşma” nedeniyle artık tarihin ilerletici gücü olamaz. İlerleme için “çelişki”lere bakan Marx, yeni sürecin motoru olarak artık burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki çelişkiyi görür. Çünkü ancak “işçi sınıfı”, sanayi üretiminin kitlesel vasfına uygun bir biçimde, ortak mülkiyet ve kolektif anlayışla üretici güçlerin gelişmesini sağlar. Bunun için üretim ilişkilerinde meydana gelmesi zorunlu olan değişim de “yabancılaşma”ya son vererek insanın özgürleşeceği bir sürecin önünü açar. Üretim araçlarının ortak mülkiyete alınması, Marx’a göre öncelikli olarak yapılmalıdır. Burjuvazi, üretim araçları üzerindeki sahipliğinden rızasıyla vazgeçmeyeceği için, Marx bunun ancak “devrim”le olabileceğini, devrimden sonra da burjuvazinin tortularını temizleyecek ve üretici güçlerin gelişimini hızlandıracak bir “proletarya diktatörlüğü” aşamasını şart görür. Üretici güçlerin gelişimi bir yönüyle teknolojinin gelişmesidir. Marx, işçi sınıfı iktidarında hızlanacak ilerleme neticesinde her türlü üretim ve hizmetin makineler tarafından yapıldığı, insanın ise yetenekleri doğrultusunda kendisini geliştirecek imkânı gerek zaman gerekse de maddi olarak bulabileceği “komünist” aşamaya geçilebileceğine inanır. Üretim ilişkilerindeki değişim, doğal olarak “sömürü”yü de ortadan kaldıracaktır ama Marx için esas önemli olan insanların yoksulluğu veya ezilmişliği değildir. Marx, bir başka sınıfı sömürmek suretiyle sermaye birikimine mahkûm olmadığından işçi sınıfının iktidarını savunur. Çünkü ancak onun kuracağı sosyalist sistem, zaman içinde devletin de sönümleneceği komünist toplumun önünü açar. Yoksa Marx için, sol jargonun en önde gelen sloganları, “ezilenlerden, yoksullardan yana olmak” diye bir şey yoktur. Hatta bu konudaki “ahlakçılığı” nedeniyle Proudhon’u, Felsefe’nin Sefaleti’nde aşağılar. Gerçekten de Marx’ın yaşadığı dönemde toplumun en ezilen, yoksul kesimlerini, lümpen proletarya ve köylülerden oluşmaktaydı. Malum, Marx ilkinden tiksinir, ikincisini ise “darkafalı” olarak görür ve tarihin ilerlemesinde ona hiçbir pay vermez. Çin Devrimi’ni, birçok sosyalistin sindirememesinde, Mao’yu alelade bir köylü devrimcisi olarak hor görmeye çalışmasında, Marksizm’in “ilerici sınıf ve üretim biçimi” arasında kurduğu bağın büyük bir önemi vardır. Marx “ilerleme” kavramına o kadar müpteladır ki, Engels ile birlikte, salt kapitalist üretim ilişkilerinin önünü açacak diye, Batı’nın dünyayı sömürmesine destek vermişlerdir. Özellikle Engels, Batı sömürgeciliğinin ateşli bir taraftarı olarak “beyaz adamın yükünün”, üretici güçleri geliştireceği hevesiyle, ezilen dünyaya karşı son derece gayr-ı ahlâki bir tutum benimsemekten geri durmamıştır.

Marx, işçi sınıfının devrimini kaçınılmaz görüyordu, çünkü kapitalizmin sürekli sermaye birikimini arttırmaya yönelik yapısı, onun çöküşüne neden olacak krizi hazırlamaktaydı. Kapitalist ülkelerde, küçük burjuvazi gibi ara sınıflar hızla mülksüzleşmekte ve proleterleşmekteydi. Sermaye birikimi, sürekli artan üretim anlamına gelmekteydi. Fakat şöyle bir sorun ortaya çıkıyordu, eğer toplumun tüm ara katmanları siliniyor ve bir avuç burjuvayla, milyonlardan oluşan işçilerden ibaret bir toplum geride kalıyorsa, bu büyük üretimi kim tüketecekti? İşte Marx’ın kapitalizmin kaçınılmaz çöküşü olarak gördüğü bu “talep kriziydi”. Sistemin çöktüğü anda, zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçiler, siyasal iktidarı ele geçirerek, kendilerini devlet ve ulus olarak örgütleyeceklerdi. Devrim, en ileri kapitalist ülke olan İngiltere’de başlayacak ve dünyaya yayılacaktı.

Süreç, Marx’ın öngördüğü şekilde ilerlemedi. Kapitalizm, krizi aşmak için bir yol buldu. Bu da, tüm dünyaya sermaye akıtarak, birikimi küresel ölçekte yaymak ve tüm dünyadan artık çekmekti. Bu artık değerin bir kısmını kendi işçi sınıfı ve diğer çalışan kesimlere aktararak, onları tüketici haline getirdi. Batı dışı coğrafyalarda ise yerli üretimi çökerterek oraları da pazarlaştırdı. Artık zincirlerinden başka kaybedecek çok şeyi olan işçiler siyasal manada yumuşayarak, devrimciliklerini yitirdiler. Marx’ın “uzlaşmaz” olarak gördüğü sınıf çelişkileri Batı’da “uzlaşmış”tı. Lenin, bu “uzlaşı”yı, Avrupa sosyal demokrat partilerinin, ülkelerinin tekellerinin çıkarına başlattıkları I. Dünya Savaşı’na verdikleri destekte tecrübe etti. Çünkü kendi ülkelerinin galibiyeti, onların küresel sömürüden aldıkları payı da arttıracaktı. Bu nedenle Lenin, “ezen uluslar – ezilen uluslar” ayrımı yaptı. Dikkat edilirse, ezen de ulusça ezmekte, ezilen de ulusça ezilmekteydi. Batı’nın işçi sınıfı da “ezen ulus”un bir parçasıydı ve Batı dışı coğrafyalardaki emekçilerle aralarındaki çelişki, düşmanla olan çelişkinin bir mertebesiydi. Daha önce Batı’da bir işçi aristokrasisinin geliştiğini saptayan Lenin, Savaş tecrübesi üzerinden, “devrim”in Batı’yı uzun yıllar geri dönmeyecek üzere terk ettiğini söyledi. Artık “ileri” olan Asya’ydı, geri olan ise “Avrupa”. Böylece III. Enternasyonal’i kuran Lenin, yolunu sosyal demokratlarla ayırmış oldu.

Batı’da işçi sınıfı, Keynesyen politikaların uygulandığı dönemde daha da konfor sahibi oldu, sistemle bütünleşti. Ren Kapitalizminin refah toplumları içinde işçi sınıfının imkânları, Türkiye gibi ülkelerdeki mühendis, akademisyen gibi meslek gruplarından bile daha elverişliydi. Almanya’ya çalışmaya giden Türk işçilerin kısa bir süre sonra oturdukları bahçeli evler ve kapılarının önünde duran bir Alman arabası, Türkiye’deki beyaz yakalıların kolayca ulaşamayacağı bir refahı temsil ediyordu.

1974 ile birlikte kapitalizm önemli bir dönüşüm daha yaşadı. Yükselen Alman ve Japon üretimi karşısında gerileyen ve Vietnam Savaşı sonrası Sovyetler Birliği ile rekabette zorlanan Amerika, kısa ve orta vadede kendisini kurtaran ama uzun vadede kapitalizmin bütün çevrimsel krizlerini tarihin en büyük ve aşılamayan yapısal sorununa dönüştüren hamleyi yaptı. Petrol fiyatlarının aşırı yükselmesi, enerjiye bağlı Alman ve Japon ekonomilerinin verimliliğini düşürürken, ABD karlı çıkmaktaydı. Bu koşullarda ABD, doların altın rezervine bağlılığını ortadan kaldırarak, serbest basımına geçti. Böylece Amerika, karşılıksız bastığı dolarlar dünyadan muazzam bir artık çekerek, finansa dayalı müthiş bir gelişme gösterirken, Almanya ve Japonya’yı bastırdı. Aynı süreçte, verimlilik krizini aşmak isteyen Batı kapitalizmi, işçi sınıfını daha fazla sübvanse etmek istemiyordu, çünkü artan maliyetler büyük bir problemdi. Zaten bastığı karşılıksız dolarla, tüketimi ABD yapıyordu, ayrıca Avrupa’daki işçilerin bu kadar ayrıcalıklı olmasına gerek yoktu. Uygulanmaya başlanan neo-liberal politikalar, bir yandan finansal şişmeleri dağıtmak için tüm dünyada paranın serbest dolaşımı zorlarken, diğer yandan işçilerin belirli kazanımları ortadan kaldırıldı. Bunun sembolü şüphesiz, İngiltere’de Demir Leydi Margaret Teacher’ın 1978’de başlayan grev dalgalarını tavizsiz biçimde bastırmasıydı. “Devrimci” olduğu zamanların üzerinden neredeyse bir asır geçen işçiler, iktidara geri adım attıramadı, Teacher, sendikalarının nefesinin nereye kadar yeteceğini biliyordu.

Neo-liberal dönüşüm Şili ve Türkiye gibi ülkelerde darbe sonraları sağlandı. Asker sopasının bastırdığı siyasal muhalefetin itiraz etme imkânının olmadığı koşullarda bu dönüşüm gerçekleştirildi. Tüketim kültürüyle de tanıştırılan bu ülkelerde; yolsuzluk, rüşvet, iltimas gibi ahlak dışı kazanç yolları, günlük rutinin bir parçası halini aldı. “Köşeyi dönmek” hızlı zenginleşmenin sloganıydı, zamanla para her kirin üstünü örter oldu, toplumsal saygınlık için paranın sağladığı statünün yeterli görüldüğü zamanlara geldik. Bu süreçte Sovyetler Birliği’nin çöküşü karşısında neo-liberalizme her türlü itirazın “dinazorluk” olarak görüldüğü, “özelleşirse güzelleşir” denilerek, KİT’lerin satışının önünün açıldığı ve bunun medya eliyle muazzam bir propagandaya dönüştürüldüğü günler yaşadık. İşçi sınıfı birkaç cılız itiraz dışında varlık gösteremedi, hatta oylarını koşa koşa özelleştirmeci partilerden yana kullandılar. Sonunda, neo-liberal dönüşümün işçiler için, işini kaybetme, sendikasızlaşma, taşeronlaşma olduğu anlaşıldı ama iş işten geçti, 1970’te bütün egemen güçleri ürküten işçi sınıfının kolu kanadı kırılmıştı. Ülkenin tüketim topluma adaptasyonu ise sanayi ağırlıklı ekonomik gelişme anlayışından uzaklaşılarak “hizmet sektörü” ağırlıklı yeni bir ekonomi anlamına gelmekteydi. Evet, nüfusun büyük bir kısmı “çalışan”, hatta yasal olarak “emeğini bir ücret karşılığı sattığından” işçiydi ama “işçi sınıf” oldukça zayıflamıştı. Daha önceki yazılarımda belirtmiştim, nicelik olarak “ücretli çalışanlar”ın artışıyla, “işçi sınıfı”nın varlığı başka şeylerdir.

Reel sosyalist uygulamalar ise sadra şifa olmadı, kapitalizme alternatif yaratma girişimleri akim kaldı. Esasen Marx, sosyalist ekonomi modelini geliştiremedi. Bir insanın ömrüne sığdırabileceği şeylerin elbette sınırı var. Marx, kapitalizmin muazzam bir çözümlemesini yapmakla birlikte onu aşmaya yönelik tahlillerinde başarısız oldu. Onun Aydınlanmacı zihninden doğan ve adeta saplantıya dönüşen “ilerleme” düşüncesi, bu başarısızlığının ana sebebidir. Kapitalizmi, üretici güçleri geliştirdiği için “tarihsel bir ilerleme” olarak selamlaması ve “devrim”i üretici güçleri geliştirmek için yeni üretim ilişkilerini kuracak bir iktidar meselesi olarak görmesi Marx’ın en sorunlu yanlarından biridir. Oysaki Kapital’in ilk bölümünü genişçe “mübadele” konusuna ayırmıştı. Ama tarihe “ilerlemeci” bakışı, onun esas dönüşümü “mübadele ilişkileri”nde değil, “üretim ilişkileri”nde aramasına neden oldu.

Devrim, İngiltere’de olmadı, yarı kapitalist Rusya’da gerçekleşti. Lenin, sosyalizmin nasıl realiteye aktarılacağına kafa yormak zorundaydı. Marx’ı takiben, sosyalizmin üretim araçlarının kamulaştırıldığı ve piyasa ekonomisinin yerini, plana dayalı bir üretim sisteminin alması gerektiğini savundu. Fakat bunun için aceleci değildi, öncelikle Rusya’nın bu dönüşüme alt-yapı olarak hazırlanması gerekiyordu. Lenin 1924’te öldüğünde henüz devrim çok tazeydi, iç savaş yeni bitmişti ve ülkede sosyalist üretim ilişkileri oluşturulmamıştı. Sosyalizmi inşa etmek, Stalin’e vazife olarak kaldı. Stalin, büyük bir acımasızlık ve kararlılıkla, Lenin’in modelini uygulamaya koydu, 1927 sonrasında Sovyetler Birliği sosyalist dönüşümünü gerçekleştirdi. Fakat zaman içinde, iktidarın işçi sınıfında olmadığı, bürokratik elitlerin elinde toplandığı anlaşıldı. Kumanda ekonomisi, verimliliği sağlamakta son derece yetersizdi, bürokratik mekanizmanın ağırlığı, hem karar alma süreçlerini yavaşlatıyor hem de maliyeti arttırıyordu. 1974 sonrası yeniden biçimlenen kapitalist güçler karşısında, Sovyetler daha fazla tutunamadı. Yarı-kapitalist bir ülkeden, dünyanın en ileri üretici güçlerini yaratmak için yola çıkan Sovyetler’de halkın ödediği maliyet, sosyalizm ile toplumun moral bağlarını kurmasına belli ölçüde engel oldu. Hızlı ve yoğun kalkınma için lazım olan birikimin oluşması; tüketimin kısılması ve büyük fedakârlık anlamına geliyordu. Meçhul bir “ileri” için bugününü feda etmeye çağrılan insanlar, bürokratların ayrıcalıklı hayatına şahit olurken, “Amerikan rüyası” propagandasına daha fazla dayanamadılar.

Çin 1970’lerin sonu, Vietnam ise 1980’lerin sonuna doğru piyasa ekonomisine geçiş yaptı. Mao, Sovyetler’deki “bürokratikleşme”nin sorunlarını ve Sovyet ekonomi-politiğinin “insanı” hesaba katmayan maddiyatçılığını saptamıştı. Bu iki sorunu aşmak için yoğun bir siyasal bilinçlendirme ve kitlelerin yıkıcı mobilizasyonuna yöneldi. Kapitalizmi geri getirebilecek “düzen”e karşı, geçici sürelerle “kaos”u olumladı. Fakat başarısız oldu. Her şey zıddına evrildiği gibi, Mao’nun çizgisi, Deng tarafından ters yüz edildi. Deng, aslında Mao’ya göre Marx’ı daha doğru tahlil etmişti. Deng, temel mesele olarak Çin’de “üretici güçlerin geliştirilmesi”ni belirledi ve 1978 sonrası Çin, bu amaçla her yola başvurdu, önemli olan kendinin artık siyah veya beyaz olması değil, fareyi tutabilmesiydi. Piyasanın serbestleşmesi ve üretici güçlerin özgürleşmesi, Çin’de siyasal liberalizmi getirmedi. ÇKP, sürecin merkezinde yer alarak ülkeyi Deng’in ortaya koyduğu hedef doğrultusunda yönetti. Çin’e özgü koşullar ve ÇKP’nin disiplini, nihayetinde Çin’i “üretici güçlerin en geliştiği” ülke haline getirdi. Bununla birlikte “işçi sınıfı”nın Çin’deki rolü yıllar içinde zayıfladı. ÇKP artık “işçi sınıfının partisi” değil, “işçi sınıfının öncülüğünde” bir parti, çünkü işadamları da partiye üye olabiliyor. Çin’de Mao sonrası “kitle çizgisi”ne yönelik ÇKP içinde gelişen büyük tepki, işçi sınıfının etkinliğine de büyük darbe vurdu. Her şeyden önemlisi Çin’de gün geçtikçe büyüyen bir “orta sınıf”ın varlığıdır. Çin liderliği Deng ile birlikte, “sosyalizmin kendisine has bir üretim modeli” olmadığını kabul etti. Çin, kapitalist dünya ekonomisi içinde, üretim verimliliğini en yüksek seviyede tutarak ve tasarrufları neredeyse yüzde 70 bandına sabitleyerek, onlarca yıl devasa bir büyüme yaşadı. Bugünkü Çin’in görünüşü Mao’yu memnun eder mi bilmiyorum ama Marx’ı mutlu edeceğinden şüphem yok. Çünkü Çin, “üretici güçlerin gelişiminde yeni bir aşama”ya ulaştı. Teknolojide ABD’yi aştı, bilhassa yapay zekâ ve otomasyonda ilerledi. Nihayetinde Marx’ın düşünü kurduğu, makinelerin çalıştığı dünyaya biraz daha yaklaşıldı. Süreç bu şekilde devam ederse, insan emeğinin tarihi önümüzdeki 25 ila 50 yıl içinde son bulabilir. Dolayısıyla bırakalım “işçi sınıfı”nı işçilerden bile bahsedemeyiz. “Üretici güçler” gelişiyor, fakat dünya daha iyi bir yer haline gelmiyor. Sanırım işin sırrı, üretim ilişkilerinde değil, Kojin Karata’nin vurguladığı gibi “mübadele ilişkileri”ni değiştirmek.

Son 200 yıla baktığımda, işçi sınıfının azımsanmayacak mücadelesini ve birçok kazanımı görebiliyorum. Bununla birlikte işçi sınıfı, Marx başta olmak üzere, sosyalist düşünürlerin ona atfettiği “tarihsel rolü” oynayaamadı. Bundan sonra “üretici güçlerin gelişimi” emeğin sönümlendiği bir dünyayı çağırdığına göre, sol düşüncenin tarihi dönüştürecek bir özne olarak “işçi sınıfı”nı bir daha düşünmesi, daha da önemlisi, “yapay zekâ ve robot dünyası”na hazırlanması lazım. 1 Mayıs’ın, arkaik bazı sol örgütlerin geçit töreni ve temsili işçi katılımından daha öte bir anlam taşıması için, sadece kapitalizmle değil, bütünüyle moderniteyle yeniden hesaplaşılırsa yeniden anlam kazanacak. Kimileri Marx gibi üretici güçlerin gelişimine büyük umutlar bağlamış durumda, ben ise bu konuda onlar kadar iyimser değilim, bunun şedit bir “insansızlaşma” olacağını savunuyorum. İnsanın emeğinin onu biçimlendiren bir değer olduğunu düşünüyor ve bu yüzden emeği savunuyorum. Fakat bu savunu Marx’ın “ilerlemeciliği ve teknolojizmi” ile hesaplaşmayı zorunlu kılıyor.

Kaldığımız yerden tartışmaya devam edeceğim…