Hindistan ve Pakistan’ın savaşması için bir başka ülkenin teşviki ya da provokasyonuna gerek yok. İki ülkenin sorunlar yumağına dönmüş ilişkileri her zaman sıcak çatışma ihtimali taşır. Fakat günümüzde yeni bir Hindistan-Pakistan Savaşı, önceki üç savaştan farklı olarak uluslararası durumu keskin bir şekilde dönüştürme potansiyeline sahip. Büyük güçler, bu ihtimali göz önüne alarak, süreci yönlendirmek isteyeceklerdir. Türkiye’nin şu anki dış politika tercihleriyle, olası bir Hindistan-Pakistan Savaşı’nın yaratacağı tablo, ülkemizi oldukça zor bir durumun içine sokabilir.

Soğuk Savaş döneminde kamplar belliydi, pozisyon belirlemek zor değildi. Hindistan, bağlantısız ülkelerin liderlerinden biri olarak Sovyetler Birliği ile oldukça yakındı. Dolayısıyla Pakistan, ABD’nin yanında mevzilenmek zorundaydı. Ayrıca Pakistan, ABD’nin, Sovyetler Birliği’ni güneyden çevrelemek için uygulamaya koyduğu “Yeşil Kuşak” projesinin kilit ülkelerinden biriydi. Çin ise kendisine yönelik en büyük tehdidin Sovyetler Birliği’nden geldiğine inandığından ve Hindistan ile sınır anlaşmazlığından, Tibet konusuna kadar yaşadığı birçok sorun nedeniyle Pakistan ile müttefikti. Çin-Pakistan ilişkileri, 1973 sonrası Çin-ABD barışı ile daha da kuvvetlendi. Hindistan’ın nükleer gücüne karşı, Pakistan’ın Dünya’da nükleer silaha sahip tek Müslüman ülke haline gelmesinde Çin’in katkısı büyüktü.

Sovyetler Birliği’nin çöküşünü hazırlayan sebeplerden biri şüphesiz Afganistan Savaşı’ydı. Pakistan bu dönemde, ABD ve Çin ile birlikte Afganistan’daki mücahitlerin örgütlenmesi, silahlanması ve eğitilmesinde başrolü üstlendi. Bugün Afganistan’ı yöneten Taliban’ın da Pakistan medreselerinde yetiştiğini unutmamak gerekir.

Soğuk Savaşı’ın ardından ABD, Rusya’yı bir güç olmaktan çıkarmak için, Batı’da NATO’yu büyütürken, Rusya coğrafyasında ayrılıkçı hareketleri destekledi ve Orta Asya’da istikrarsızlaştırıcı her türlü ortamı hazırladı. Çin ile ABD ilişkileri, 1989 Tiananmen Olayları’ndan itibaren gerilemeye başlamıştı fakat ABD, Çin’in iktisadi manada liberalizasyonunun siyasi olarak da Çin’i değişime zorlayacağını düşünüyordu. 1980 ve bilhassa 1990’larda Çin’de Amerikanseverlik, özellikle aydınlar arasında histeri halini almaya başlamıştı. Buna mukabil liberal siyasal eğilimler Çin’de güçlenmekte, özellikle akademik çevrelerde Marksizm bir kenara bırakılması gereken arkaik bir düşünce olarak görülmekteydi. 1990’ların sonunda Çin’in ekonomik büyümesi mucizevi rakamlarla ifade ediliyordu. Dış politikada uzun süredir ABD’nin hegemonyasını rahatsız etmeyen Çin, 1998 itibariyle Rusya’da gücünü arttıran Primakov Doktrini’ne sempatiyle yaklaştığını ima eden tavırlar takınmaya başladı. 1999’da Yugoslavya’nın NATO tarafından bombalanmasına Rusya ile birlikte itiraz etti. Oysaki 1991’de Körfez Savaşı’nda ABD ile uyumu gözetmişti. Bu yeni tavır karşısında ABD, “güya yanlışlıkla”, Çin’in Belgrad Büyükelçiliği’ni bombaladı. ABD bu olayın, Çin’deki rejime karşı öğrencileri, aydınları ve diğer muhalifleri ayaklandıracağını düşünüyordu ama yanıldı. Çin’de milliyetçiliğin gücünü doğru hesaplayamadı. Rüzgâr tersine döndü, Çin’de ABD hayranlığı yerini bir anda büyük bir öfke dalgasına bıraktı ve liberallerin süngüsü düştü. Hegemonyasını sürdürmek için düşmana ihtiyaç duyan ABD, sınıf savaşlarının yerini medeniyet savaşlarına bırakacağı vurgusuyla “İslâmi terör”ü yeni düşman olarak ilan etmeye; bu yolla Orta Asya’da kontrolü ele almaya ve Ortadoğu’da etkisini pekiştirmeye karar vermişti. Çin ile doğrudan rakip olmak için henüz erkendi. Neticede Çin’in teknolojik olarak kendisini yakalamasını imkânsız görüyor, son derece zahmetli ve kirli bir iş olan sanayi üretimini Çin’in üstüne yıkmaktan memnuniyet duyuyordu. Bu nedenle 2001’de Çin’in Dünya Ticaret Örgütü üyeliğini destekleyerek 1999’un telafisini yapmaya çalıştı. ABD, yeni savaş doktrini içinde Çin ile gerilmek istemiyor ve onu sistem içinde kontrol altında tutmayı hedefliyordu.

11 Eylül 2001’de “İkiz Kuleler”in vurulmasıyla ABD’nin yeni doktrini devreye sokuldu. Ülkedeki yönetimi ele alan “neo-con”lar, artık hiçbir uluslararası sınırlamayı kabul etmeyecekleri bir hegemonya arayışında olduklarını ilan ediyorlardı. Afganistan’a üstlendiği ve Usame Bin Ladin’in lideri olduğu söylenen El Kaide birden meşhur oldu. ABD’nin Afganistan Savaşı’ndan en çok zarar gören ülke ise Pakistan’dı. Taliban ve El Kaide’nin Pakistan’da yok edilmesi için büyük bir baskıya uğruyor ve Afganistan Savaşı’nda üstüne düşüne yapması bekleniyordu. ABD’nin müdahalesi, Pakistan’ı büyük bir istikrarsızlığa soktuğu gibi, aynı dönemde ilân edilen Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında kurulması planlanan Belucistan, İran ve Pakistan’ın bölünmesi anlamına geliyordu. Üstelik Beluci ayrılıkçılarına en büyük desteği Hindistan vermekteydi. Pakistan, Türkiye gibi, Soğuk Savaş sonrası Batı’nın istikrarsızlık ve parçalanmaya sürüklediği bir ülke konumuna itilmişti. Bu şartlarda Pakistan; darbeler ve suikastlarla dolu kaotik zamanlarda, Çin’e yaslanmaktan başka bir çare bulamıyordu. Gün geçtikçe güçlenen Çin, Pakistan için en önemli nefes borusu haline gelmişti.

Çin’in, ABD’nin beklemediği bir biçimde teknolojik üstünlüğü ele geçirmesi, buna karşın ABD’nin 2008’den itibaren çevrimsel ve yapısal krizlerini aşamaması, üstelik Afganistan’da Çin’in desteklediği Taliban karşısında yenilerek, kaçarcasına geri çekilmesi Pakistan açısından da kritik gelişmelerdi. Çin’in “Kuşak – Yol” inisiyatifinin en önemli limanı Gwadar’a ev sahipliği yapan Pakistan, Avrasya’da, Çin’in karasal küreselleşme projesinin de merkezindeydi. Pakistan-Afganistan-İran hattı üzerinden Avrupa ile buluşmaya çalışan Çin için, bölgedeki istikrar çok önemliydi. ABD kimi zaman İran-Pakistan, İran-Afganistan ve Pakistan-Afganistan arasında çatışma çıkarmak için çeşitli provokasyonların yolunu açtı ama küçük çaplı çatışmaların büyümesine hem bu ülkelerin devlet adamları hem de Çin izin vermedi.

Çin ile birlikte Asya’nın diğer devi Hindistan, rakibinden farklı olarak sanayileşmek için varını yoğunu ortaya koymadı. Daha ziyade bilişim, yazılım ve yeni tip mühendislikte gelişen Hindistan, sınıfsal olarak sert farklılıkları içinde taşımaya devam etti. Son derece zayıf bir orta sınıfa sahip Hindistan, kültürü itibariyle bu durumu çok problem etmeyen halkı sayesinde günümüzde önemli bir avantaja sahip. Hindistan’da büyük yatırımları bulunan İngiliz ve ABD şirketleri için, “orta sınıf” yoksunu Hindistan, verimliliğin adeta garanti altında olduğu bir ülke. Çin ise gelişen orta sınıfının ve yaşlanan nüfusunun yaratacağı verimlilik kaybını önlemek için bütün gücüyle teknolojiyi geliştirecek ar-ge çalışmalarını destekliyor. İki ülke farklı avantaj ve dezavantajlarla 21. yüzyılın ilerleyen zamanlarında etkilerini daha da artıracak. Şimdiden iki yeni ve birbirine rakip küresel ticaret ağı kurma planı üzerinden karşı karşıya geldiler. Çin’in “Kuşak-Yol”una karşı Hindistan-İsrail ortaklığında, Hindistan’ı Arap Körfezi üzerinden İsrail ve Mısır’a oradan da Yunanistan ile ittifakla Avrupa’ya taşıyan “yeni Baharat Yolu” ABD’nin de büyük desteğiyle projelendirildi. Gazze’nin boşatılması planı da bu projenin ayaklarından biri.

Hindistan ile Rusya ilişkileri, Sovyetler Birliği dönemindeki sıcaklığını korudu. Hindistan, Çin ile rekabeti içinde Batı ile çeşitli işbirliklerine girse de “bağlantısız” köklerine uyumlu olarak, hiçbir güç ile “ittifak politikası” izlemedi, kendi siyasetinde ısrarcı oldu. İngiltere’nin üzerindeki etkisine rağmen, Ukrayna Savaşı’nda Rusya’ya yönelik hiçbir yaptırıma ortak olmadı. Rusya’nın, Atlantik İttifakı’na karşı direnebilmesinde; ekonomik olarak ayakta kalmasında ve uluslararası meşruiyetini sürdürmesinde Hindistan belirleyici pozisyondaydı. Bu nedenle büyük baskı altına alınmasına rağmen, kadim dostunu yüz üstü bırakmadı, hatta S-400 hava savunma sistemlerini aldığı için kendisine diklenen ABD’ye çok sert yanıt verdi. Çin ile mücadelesinde Hindistan’ı karşısına almak istemeyen Batı ittifakı çaresiz durumu kabullendi.

Bu şartlarda Hindistan-Pakistan Savaşı, Rusya ve Çin için büyük bir sorun. Çin, Pakistan’ı savunmaktan geri duramaz. Rusya ise Hindistan ile olan kadim dostluğuna ve çıkarlarına sırt çeviremez. ABD’nin Rusya, AB’nin ise Çin ile yakınlaşması, bu iki gücün ittifakına henüz büyük bir zarar vermedi ama aralarındaki çelişkiler de artıyor. AB’nin Orta Asya’da etkinlik kurmasında Çin ile yakınlaşmasının payı var. Son olarak Çin, AB’ye yönelik bazı kısıtlamaları kaldırdı. AB’nin büyük güçlerinin baş düşmanı ise Rusya. Olası bir Hindistan-Pakistan Savaşı, Çin-Rus ittifakına esaslı bir darbe vurabilir. Şimdilik hem Çin hem de Rusya’nın çıkarı tansiyonu düşürmekten yana. Fakat Hindistan lideri Modi’ye ne kadar tesir edebilirler, bu tam bir muaama. Müslümanlara karşı duyduğu nefrette, görüldüğü kadarıyla Netanyahu’dan pek bir farkı olmayan Modi, geçtiğimiz aylarda Bangladeş’i sular altında bırakan baraj kapaklarını açma hamlesiyle, ne kadar gözü dönmüş biri olabileceğini kanıtladı. Pakistan’la da Keşmir suları üzerindeki anlaşmayı iptal ederek, ülkeyi susuzlukla tehdit ediyor. Pakistan, sular üzerindeki statüko değişirse bunu savaş sebebi sayacağını söyledi. Bu durumun, geleceğin dünyasında yaşanabilecek hidro-politik çekişmeler ve savaşların mühim bir işareti olduğunu düşünüyorum.

Hindistan’ın bizim bölgemizdeki en büyük partnerleri İsrail ve Ermenistan. Rusya-İsrail ilişkileri çok olumsuz değil. Hatta Suriye’de, İngiltere-Türkiye-Katar hamlesinden sonra, Rusya ve İsrail arasındaki ilişkilerin en azından Suriye’de daha yakınlaştığını söyleyebiliriz. Olası Hindistan-Pakistan Savaşı’nda kaçınılmaz olarak Pakistan’ı destekleyecek olan Türkiye’nin İsrail ve Rusya ile çelişkileri daha da artacaktır. Bunun karşılığını Suriye’de, Türkiye’ye karşı bir Rusya-İsrail anlaşması olarak alabiliriz. Hindistan’ın, Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi ile olan ittifakını da unutmamak gerekir. Hindistan, Doğu Akdeniz’e önümüzdeki yıllarda çok daha yüklenecek. Türkiye’nin Rusya ile bozulan ilişkileri, bu konuda bize yardımcı olabilecek bir gücü devre dışı bıraktı. Bu şartlarda Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de çıkarlarını savunabilmesi için bir formül oluşmuyor.

Türkiye’nin dünya ticareti üzerindeki etkinliğini arttırabilmesi için, Çin’in “Kuşak ve Yol”undan başka önüne sunulan bir teklif yok. Hindistan-İsrail planı, Türkiye’yi tamamen dışlıyor. ABD ile büyük bir kopuş yaşayan Avrupa’nın büyük güçleri, bu boşluğu Çin ile doldurmaya çalışıyorlar. Türkiye’de Ekrem İmamoğlu’na yönelik operasyon, Türkiye-Avrupa ilişkilerini çok olumsuz etkiledi. Şu an Trump Amerika’sından yana bir tercih söz konusu. Fakat bu tercih, başta İsrail ile ilişkiler olmak üzere, Suriye’nin federal yapıya dönüştürülmesi gibi birçok sorunun çözümünde Türkiye’ye yardımcı olmaktan uzak. Çin ve Avrupa ekonomik ilişkilerini bağlayan bir Avrasya gücü olarak konumlanma ihtimali Türkiye için göz ardı edilmemesi gereken bir fırsat. Fakat Türkiye’de siyasal iktidarın, içeride Avrupa ile uyumlu kesimlere yönelik sert tavrı bu fırsatı kullanmamıza izin vermiyor. Hindistan ve Pakistan arasındaki savaş ihtimali bile, Türkiye’nin Avrupa ve Çin ile iyi ilişkiler sürdürmek zorunda olduğunu gösteriyor. Türkiye, yeni bir dünya sistemi tesis edilene kadar, elindeki kartları çok çabuk kaybetmemeli. Türkiye’nin bu dönemde atacağı yanlış bir adımın, ileri telafisi çok güç olacaktır.